ashli
Bayan Üye
...Çoban Ali...
Çoban Ali, bütün gün dağlarda, bayırlarda koyunlarını otlatır, onlara kaval çalarak vakit geçirirmiş. Çoban Ali doğanın ortasında koyunlarıyla başbaşa olduğu için pek konuşmazmış. Kiminle konuşsun ki? Konuşmaya gereksinim duyduğunda kavalını çıkarır, ona düşüncelerini üflermiş yanık yanık.
Bir gün, durgun bir su kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Sırtını çimlerin kenarındaki ağacın gövdesine dayamışken, kavalını çıkarıp üflemeye başlamış. Önce hafiften, sonra uzun uzun çıkıp çevreye yayılmış ezgilerin duygusallığı. Çimler, bu gizemli dizeme uyup uzun boyunlarını sağa sola sallamaya başlamışlar. Rüzgar hafiften esince yardım etmiş onlara. Otlar, çimler, sazlar salınmışlar bir o yana bir bu yana. Papatyalar ve diğer kır çiçekler de katılmışlar onlara. Büyüleyici kavalın sesine uyarak çimler, otlar, sazlar, papatyalar ve diğer çiçekler bir dansdır tutturmuşlar. Bir sağa, bir sola, salınarak, öne ve arkaya yaylanarak.
Çoban Ali, önce hafiften üflediği kavalına biraz canlılık katıp, daha derinden, ta yüreğinin derinliklerinden bir nefes vermiş. Daha yanık, daha duygulu. İşte o zaman kavalın ezgisi daha gür çıkmış. Dizem daha bir gizem ve etkileyicilik kazanmış. Yayılmış tüm doğaya dalga dalga. Ezginin dizemi yayıldıkça uzun uzun, rüzgar gücünü arttırmış, otları, sazları, çiçekleri yalayarak. Bitkiler boyunlarını bükerken rüzgarın okşayışıyla bir o yana, bir bu yana. Rüzgar da keyiflenmiş bu salınmadan. Coştukça coşmuş Çoban Ali’nin büyüleyici ezgisiyle. Sanki Çoban Ali çalıyor, doğa da geçmiş karşısına dans ediyormuş.
Kavalın sesi küçük su birikintisinden de duyulmuş. Önceleri yumuşak uzun dizemler olarak; sonraları coşan, çağlayan duygular olarak. Sudaki yuvasına gizlenmiş uyuklayan küçük bir balık, birden dikkat kesilmiş bu hoş ezgiye. Önce dinlemiş gözlerini yumarak. Sonra coştukça kavalın sesi, duramamış yerinde, dolanmış suyun içinde bir o yana bir bu yana. Kuyruğunu sallamış ezginin dizemi ile. Kuyruğu açıldıkça tül tül suyun içinde, bedenini kıvırdıkça suda ilerlemek, dönmek, dans etmek için, kavalın sesine hayran kalmış.
“Kimdir bu kadar güzel çalan acaba?” diye zıplamış suyun içinden. Kıyıdaki ağaca, sırtını dayamış Çoban Ali’yi görünce, uzaktan kıyıya doğru yaklaşmış süzülerek.
Çoban Ali, kavalına düşüncelerini üflerken, farkına bile varmamış kıyıda çırpınan, zıplayan güzel balığın. Bir an, suya birşey düşmüş gibi ses çıkınca, kavalını üflemeyi durdurup bakmış kıyıya doğru. Olur a, kendi kuzularından biri, su içmek isterken ayağı kayıp yuvarlanmıştır belki suya. İlk bakışta korktuğu gibi bir olay olmadığını görünce merakla su kenarına doğru emeklemiş.
İşte bu anda, sudan fırlayıp havada çırpınan güzel kırmızı balığı görmüş. Küçük balıkmış sesi çıkaran, suya düşerken “cup” diye. Kaval susunca bir an için, rüzgar çiçekleri, otları, sazları okşamayı durdurmuş.
Ezginin dizemiyle dans eden çiçekler, otlar, sazlar durmuşlar birden.
Sessizce beklemişler, “Ne olacak?” diye.
Çoban Ali, elleri üzerinde suya doğru eğilince, içinde bir oyana, bir bu yana çırpınan, kıvrak hareketle dolanan, kırmızı balığı görmüş. Kuyruğunu yayarak tül tül, kıvrılırken suyun içinde, tüm güzelliğini sergilemeye çalışıyormuş küçük balık. Çoban Ali bakmış ki küçük balık sevgi ile çırpınıyor suyun içinde, hemen bağdaş kurup kıyıya, kavalını çalmaya başlamış. Her zamanki gibi önce incecikten yavaş yavaş, sonra coşarak, yüreğindeki sevgiyi yansıtarak üflemiş. Kavalın sesi coştukça, çimler, otlar, çiçekler ve sazlar da başlamışlar salınmaya. Ezginin dizemine, gizemine ve coşkusuna uygun olarak, önce ağır ağır, sonra hızlanarak, dalga dalga.
Bir yanda suyun içindeki balığın kıvraklığı, bir yanda bitkilerin salınımı, bir yanda Çoban Ali’nin kavalından çıkan ezginin büyüleyici duygusallığı, yayılmış doğaya perde perde…
Kuşlar gelmişler cıvıldaşarak ağacın dallarına. Kuzular melemişler arada ezginin dizemine uyarak. Tüm doğa ezginin duygusallığını yaşayarak çalkalanmış kıvrıla kıvrıla…
Çoban Ali bakmış ki doğa dans ediyor kavalını çalarken; O da kendini kaptırmış bu dansa ve daha canlı, daha içten üflemiş kavalını…
Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Çoban Ali ve sürüsü gelirken su kenarına, koyunların çıngırakları ile kuzuların meleyişleri duyulunca uzaktan, çimler, otlar, çiçekler, sazlar kucaklaşırmışlar sevinçten. Kuşlar doluşurmuş ağacın dallarına. Doğa hazırlanınca büyük şölene, suyun kenarına bağdaş kurup kavalını çıkarırmış Çoban Ali. Daha ilk ezgi süzülürken kavalın deliklerinden suda bir kıpırdanma başlar, küçük kırmızı balık fırlayarak suyun içinden, “Ben de hazırım” dermiş. Çoban Ali çalmaya başlayınca kavalını; gözlerini kapar, içinin güzelliğini üflermiş derinden…
Bir gün bakmış ki küçük balık kırmızı yüzünü sudan çıkarmış, kara gözleri ile öylece hareketsiz bakıyor. Dayanamamış onun bakışlarına. Çoban Ali belki de aylardır ilk kez dudaklarını kıpırdatıp:
- Çok mu seviyorsun?
- Evet aşığım.
- Ümitsiz bir aşk o zaman seninki.
- Olsun ama çok güzel.
- Nasıl anlıyorsun geldiğimi?
- Çimler hışırdıyor, çiçekler fısıldaşıyor, kuşlar cıvıldıyor, bir hareket geliyor doğaya. Toprak ve su bile etkileniyor. Ben de yuvamdan çıkıp yanına kadar geliyorum ezginin eşliğinde, dans ederek.
- Çok güzel yüzüyorsun.
- Fark ettin demek.
- Hele kuyruğunu açınca, gelin duvağı gibi oluyor.
- Kuyruğum çok güzeldir.
- Aslında her şey çok güzel. Kara gözlü kıvırcık tüylü kuzular, ağaçlarda kıpırdayan küçük kuşlar, salınan, dalgalanan çimler, çiçekler, fısıldaşan sazlar, çimenlerin arasında serpişmiş beyaz papatyalar, şu içinde yüzdüğün duru su, karşıdaki dağlar, ıssız tepeler… Hepsi çok güzel.
- Doğa katıksız olunca çok güzeldir.
- Görmek isteyene.
- Evet.
- Ben de bu güzelliğin içinde çalıyorum kavalımı.
- En güzel sevgiyi yansıtarak.
- Gözlerimi yumup içimden geldiği gibi.
- Yalnız içinden geldiği gibi değil bence. Ben o ezgilerde duygularını, sevecenliğini de duyuyorum. Sanırım diğerleri de benim gibi.
- Çok mu seviyorsunuz benim ezgilerimi?
- Evet. “İşte doğanın aşkı” diyoruz sen gelirken.
- Herkes, herşey aşık mı sence?
- Evet.
- Ben de aşığım. Doğaya. Onun katıksız güzelliğine…
Çoban Ali, kavalı yine dudaklarına götürüp yavaştan üflemeye başlamış. O güzelliği anlatmak istercesine, nefesini öyle kullanmış, öyle güzel ezgiler çıkmış ki kavaldan, tüm doğa büyülenmiş, karşısına geçip dans edip oynamışlar hep birlikte.
Küçük balık kah başını suyun yüzünde tutarak, kah sağa sola kıvrılıp, kuyruğunu sallayarak, eşlik etmiş ezginin dizemiyle dans eden doğaya. Onun çırpınırken ürettiği kıpırtılar, yavaş yavaş sevgisini ve aşkını yaymışlar suyun üstüne. Halka halka, dalga dalga…
Çoban Ali her gün, koyunları otlamaları için yayınca, suya eğilir, balıkla konuşur dururmuş. Bu konuşmalar çok uzun sürdüğü için eskisi kadar çok çıkmaz olmuş kavalın sesi. Ne yapsın Çoban Ali, hem konuşup hem de kaval çalamaz ki. Sabırla kavaldan çıkacak ezgiyi bekleyen doğa, kaval sesinin gecikmesine tepki gösteriyormuş. Rüzgar hızla eserken, ağacın yaprakları arasında soğuk ıslık çalıyor, çiçekler ve çimler yerlere kadar eğilip onun hırçınlığından kaçıyormuş. Çoban Ali aldırmadan çevrenin tepkisine, sevgisini konuşurmuş küçük balıkla. Mutluluk içinde…
Küçük balık sevildiğini gördükçe daha neşeli, daha kıvrak çırpınırmış suyun içinde. Balık yorulunca konuşmaktan, Çoban Ali’den kavalını çalmasını istermiş. O zaman Çoban Ali, suyun kenarına bağdaş kurup üflermiş kavalını. Sevgi konuşmaları ile mutluluğu yaşamış olan Çoban Ali, çalınca kavalını, tüm doğa, yine dans ederek katılırmış ezgiye. Eskisinden daha canlı, daha içten. Buralara hiç kış gelmiyor, doğa hep yeşil ve neşe dolu yaşıyormuş tüm coşkusuyla…
Bir gün, koyunları ile su başına doğru ilerlerken Çoban Ali, karşı yönden patikadan, kendine doğru gelen bir adam görüvermiş. Keskin gözleri, adamın niçin buralarda olduğunu hemen anlamış.
Daha uzaktan omuzunda asılı duran oltası ile bu adamın bir balıkçı olduğunu görmüş. Balıkçı, sabahın erken saatlerinde buralara gelmiş, balık avlamak için. Çoban Ali’den de erken…
Balıkçı omzuna dayadığı oltası ile ıslık çalarak, sallana sallana gelirken kendine doğru, ürkerek bakmış Çoban Ali. Balıkçı yanından geçerken yüreği hoplamış birden. Göz ucuyla korkarak baktığında, oltanın ucunda sesizce süzülüp duran, kendisinin çok iyi tanıdığı, sevgisini paylaştığı küçük kırmızı balığı görmüş. Küçük balık, yakalandığı otlanın ucunda, açık ağzından asılmış, çırpınmadan, sesizce uzanıyormuş. Hareketsiz tül gibi uzayıp giden kuyruğu, kocaman açılmış, bağıramayan, çığlık atamayan ağzı, donuk gözleri ile ölümün, bitmiş bir yaşamın sessizliğini yayıyormuş çevreye.
Ama balıkçı mutlu, yakaladığı avın keyfi ile dudaklarını büzmüş, gönlünce ıslık çalıp duruyormuş. Çoban Ali’nin gözleri doluvermiş birden. Yanaklarından aşağıya süzülüvermiş yüreğinin acısı, sicim gibi… Gözleri buğulu, hızlı adımlarla, koşarcasına yürümüş suyun başına doğru, bir umutla. Ola ki, balıkçı bir başka balığı tutsun. Kendi sevgi dolu balığı yaşıyor olsun. Suyun kıyısına gelince, hemen çömelip suya doğru, gözleri ile küçük balığını aranmış…
Rüzgar hafiften esiyor, çimler, çiçekler, ağaçlardaki yapraklar bile kıpırdamadan sessizce bekleşiyormuşlar. Kuşlar gelmeye başlamış sessizce. Fazla gürültü, patırtı yapmadan. Küçük kanat çırpıntısı ile dallara konup bekleşmişler. Çoban Ali, ağlamaklı bir sesle, suya doğru seslenmiş, sevgisini dile getirmiş,
“Belki küçük balık duyar da çıkar” diye. Oltanın ucundaki bir başka balık olsun, kendi küçük balığı sudan çıksın,
“Korkma ben buradayım” desin diye, beklemiş. Gözlerinden yaşlar akarken, suyun yüzeyi öylece durgun ve sesiz kalmış. Ne bir kıpırdanma, ne bir dalgalanma…
Çoban Ali kavalına sarılmış hemen. “Belki, duymadı geldiğimi” diyerek en yanık, en içten ezgiyi üflemeye başlamış ağır, ağır. Yalnızca doğa, rüzgarın da etkisiyle sızlanmış yavaşça. Yanık kaval sesi, dalga dalga yayılırken doğaya, çimlerin, çiçeklerin arasından dolana dolana dolaşırken dağları bayırları, küçük balığı, onun sevgisini fısıldamış ağlayarak. Doğa da sızıyla dinlemiş kavalın acı dolu ezgisini…
Çoban Ali unutuvermiş koyunlarını. Aşkam olunca koyunlar, hüzünlü çobanı dağda bırakıp kendiliklerinden dönmüşler köye, ses çıkartmadan. Çoban Ali, su başında öylece kalmış…
Dizleri üzerinde, ağzında kavalı, susmadan üflemiş yüreğinin tüm acısını. Onun ezgileri yankılanmış gecenin karanlığında…
Yıllar sonra buralara gelen insanlar, sessiz doğanın güzelliğini görüp, su başındaki ağaca sırtlarını dayayarak oturduklarında, gözlerini kapayınca ağacın yapraklarının birbirine sürterken çıkarttığı sesi, bir ezgiye benzetmişler. Çimler, çiçekler, suyun kenarındaki sazlar bu sese ayak uydurup salınarak dans edermişler. Kuşlar da bir başka öter, yanık yanık ezgilerle Çoban Ali’nin sevgisini yansıtırmış durmadan. Su kenarında, daha önce hiç görmedikleri bir kırmızı çiçek salınırmış bir o yana, bir bu yana…
Bu çiçek, insanlara çok değişik gelirmiş. Kimse onun gibi bir çiçek görmemiş o güne kadar. Yapraklarının uçlarında püsküller varmış. Tül tül uzanan, rüzgarla dalgalanan kıvrılan püsküller. Çiçek, uzun ince bir boruyu andırıyormuş. Üzerinde siyah noktalar varmış dizi dizi. Çiçeğe şöyle bir dikkatle bakınca kavala benziyormuş. Rüzgar estikçe çiçek kıvrılıyor, sallanıyor, çevreye bir ezgi yayılıyormuş kaval sesini andıran.
İnsanlar bu çiçeğe “Kaval Çiçeği” demişler. Kaval çiçeği, yalnız bu su başında bulunurmuş. Nereye götürseler, nerede yetiştirmeye çalışsalar olmamış. Yalnız bu su başında, kendi kendine yetişmiş, büyümüş. Kışın yaprakları dökülür, çiçeği kurur, bir çalı gibi dururmuş suyun kenarında. Bahar gelince, doğa uyanırken, o da uzun kış uykusundan silkinir, renklenip çiçek açar, bol yeşil püsküllü yapraklarıyla Çoban Ali’nin ezgilerini çalarmış, doğa dans etsin, baharı kutlasın diye…
Bir duygu düşünün; Çok kutsal olsun. Ona saygınız ve sevginiz sonsuz olsun. Birden karşınıza çıkan bir olanak, size herşeyi unutturabilir. Onun peşinde gidiverirsiniz. Bu tuzağa yakalanırsınız. Ne kaybersiniz? Çok. Belki de herşeyinizi…
Balıklar öğrendiklerini en çok 14 saniye saklayabilirmiş. Sonra her şeyi unuturmuşlar. Bazen biz de öyle yapmıyor muyuz?
Herşeyi unutup bir şeyin peşine takılıp gitmiyor muyuz? Bu durumda bıraktıklarımız nelerdir? Sonunda elimizde kalan çoğunlukla, o kutsal duygunun izleridir. Bu anılar sonsuza değin sürüp gider. O duygu kaybolmaz. Biz ise yok olup gitmişizdir.
Acaba hep böyle mi olmalı? Bizler yanılgının bedelini hep yaşamla mı ödemeliyiz? Bana kalırsa en az bir kez daha şans tanınmalı. Ama, ee yazık ki, gerçek böyle değil işte.