‘Çirkin ama Karizmatik’ / Elif Şafak

ashli

Bayan Üye
Kadınların böyle bir lüksü olmamıştır hiçbir zaman, fakat erkekler “çirkin ama karizmatik” olarak algılanabilirler kolaylıkla. Hem başkaları hem de kendileri tarafından. İnanırız bu tanıma, topluca. Belki de bu türün dünya çapında en bilinen örneği: Jean-Paul Sartre. Bu yazıda ünlü Fransız yazar ve düşünürün felsefesini değil, eserlerini değil, hâlâ tartışılmakta olan politik duruşunu değil, kadınlarla kurduğu ve bir türlü kuramadığı ilişkiyi yazmak istiyorum.

The Telegraph Gazetesi’nde ilginç bir yazı yayınlandı bu hafta. Varoluşçu düşüncenin iki büyük kahramanı hakkında: Sartre ve Camus. Biri felsefede, öteki edebiyatta kelimeleriyle bentleri yıktılar. Birbirlerini iyi tanıyan, üstelik bir dönem yakın arkadaş olan bu iki erkeğin arasında tuhaf bir rekabet, hatta düpedüz kıskançlık olduğunu biliyor muydunuz? Belki de tek taraflı bir haset demek daha doğru. Zira kıskanan, olmadık şeyleri kafasına takan, uzaktan bakıp karşılaştırma yapan Sartre olmuş çoğu zaman.

Jean-Paul Sartre tüm dünyaca tanınan, okunan ve sayılan bir entelektüel. Lakin sabahları aynaya baktığında gördüğü yüzden ve bedenden memnun değildi muhtemelen. Ünlü erkeklerin özgüvenlerinin yüksek, kişiliklerinin sağlam ve tutarlı olduğunu zannediyoruz ya kazın ayağı hiç de öyle olmayabiliyor. Sartre‘ın Simone de Beauvoir‘a yazdığı mektuplarda sürekli bir sızlanma ve şikâyet, teyit ve iltifat edilmeyi bekleme hali var. Aşklarını da anlatıyor ona. Uzun uzun, kıyasıya. Gönlünü kaptırdığı kadınlar konusunda yardımlarını ve önerilerini bekliyor. Simone da tavsiyelerini sıralıyor cevap mektuplarında. Sıra dışı bir çift onlar. Hep öyleydiler ya, yıllar geçti, zaman değişti, gene öyleler.

Sartre’ın peşinden koştuğu kadınlardan bir tanesi de Wanda. Tiyatro oyuncusu, güzel, bohem, genç ve idealist. Hem hoşlanıyor Sartre gibi ünlü bir entelektüelin kendisine ilgi göstermesinden, hem de ne olur ne olmaz, belki daha iyisini bulurum diye belli bir mesafede tutuyor filozofu. “Fazla yaklaşma ama sakın uzaklaşma!” dercesine. Tek taraflı bir çekim onlarınki, daha ilk günden itibaren. İşin aslı Sartre ilk başta Wanda‘nın ablası Olga‘dan hoşlanıyor. Olga ile onu tanıştıran da Simone de Beauvoir‘dan başkası değil. Lakin Olga yazara yüz vermeyince, bu sefer kız kardeşi Wanda‘ya meylediyor. O da bir müddet sonra gönülsüz bir sevgili oluyor Sartre‘a. İşin tuhaf yani Sartre bu kadar âşık olduğunu söylediği Wanda‘ya zerrece saygı duymuyor. Hatta onu “böcek kadar aklı olmakla” eleştiriyor. Beyinsiz bulduğu bir kadının peşinden koşarken beynine hayran olduğu Simone ile dertleşiyor. Kopamıyorlar birbirlerinden her şeye rağmen.

Ve derken... Camus çıkıyor ortaya. Fransız edebiyatının asi oğlu, anarşist ruhu. Üstelik yakışıklı. Wanda anında çark ediyor. Sartre‘ın isteksiz metresi Camus‘ye sırılsıklam âşık oluyor. Camus bir müddet hoşlanıyor genç kadının alakasından, bu sayede gizlice Sartre‘ı çıldırtmaktan. Lakin o da ayran gönüllü olduğundan çok geçmeden Wanda‘yı bırakıyor. Ve dönüyor Wanda tekrar Sartre‘a. Sartre da tüm bunları anlatıyor Simone‘a. Karman çorman bir dünya.

Sartre mektuplarında nasıl olup da bu kadının, herhangi bir kadının kendisini değil de Camus gibi serseri bir adamı seçebileceğini soruyor. “Benim veremediğim ne olabilir ki onda?” Perdeyi araladığımızda, günün sonunda, kisveleri ve unvanları kaldırdığımızda, bir oğlan çocuğu çıkıyor karşımıza. Ve Simone onu yatıştırıyor, korkularını komplekslerini dindirip, kendine olan güvenini onarıyor. O enerjiyle tekrar çıkıyor Sartre hayranlarının karşısına.

Kadınların böyle bir lüksü yoktur, lakin erkekler “çirkin ama karizmatik, entelektüel ama kaprisli, meşhur ama özünde oğlan çocuğu” olabilirler pekâlâ.

www.elifsafak.com.tr

 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst