Salvo
Kayıtlı Üye
[89 yaşında bir aydının ba'sü ba'de'l mevti]
CEMİL MERİÇ
Bugün Cemil Meriç’in doğum günü. Nedense hep yazar ve şairlerimizi vefât yıldönümlerinde anarız da bir kez olsun onları doğum günlerinde anmak gelmez aklımıza.
Bir aydının yeniden keşfinin ve ölümünden sonra da uzun yıllar eserleriyle yaşamasının pek kolay olmadığı ülkemizde, Cemil Meriç, Necip Fazıl, Erol Güngör, Sabri F. Ülgener gibi aydınların pek kolay yetişmediği bir gerçek. Ünlü bir bilim adamını bir ülkenin hizmetine sokmanın bir maddi bedeli vardır. Sözgelimi dünyaca ünlü bir fizikçiyi ülkenizde çalıştırmak isterseniz bunu iyi bir ücretle gerçekleştirebilme şansına sahip olabilirsiniz; ama bir Yahya Kemal’in meydana gelmesi için böyle bir şansınız yoktur. Bugün dilin kısırlaştığı, cümlenin haysiyetini kaybettiği, kamûsun bir antikacı dükkanındaki eşya gibi kenara atıldığı bir dönemde, yetmiş kelimeden oluşan cümleleriyle Necip Fazıl’ın ve üç-dört kelime ile kocaman bir kitabı özetleyen Cemil Meriç’in yokluğunu hissetmemek mümkün mü?
Münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi
Cemil Meriç, eserlerindeki kavram zenginliği ve ansiklopedik birikimle, eskilerin âlim-i küll dedikleri birçok ilimden nasiplenmiş bir aydın tipini temsil ediyordu. “Ben hayatımda ‘veya’ kullanmadım” diyen bir mütefekkirin kendinden emin ve bir o kadar da iddialı cümleleri, tipik bir dirayet mantığını ortaya koyuyordu. Belki de ilk çözmemiz gereken “kavram kargaşası”nı bize ilk fark ettiren Cemil Meriç, işte bu dirayetli üslubu ile yıllardır tartıştığımız konuların bize aitliğini ve bizi ne derece ilgilendirdiğini sorgulamakla başlıyordu işe; sonra kavramı her yönüyle ve farklı değer yargılarıyla tartışmaya açıyordu. “İşte tam da bu anlam” derken, bizi tekrar arayışa ve nihayet kavramın bize ait değerler ışığında bir yere oturtulması ameliyesine başlıyordu. Sözgelimi “hümanizm”in yaygın olduğu bir dönemde, Mevlânâ ve Yunus’un da hümanistliğini tartıştığımız bir sırada o, şöyle diyordu:
“Hümanizmin bu kadar sık kullanılışı, şüphesiz çağımız için bir ihtiyacın, bir arayışın belirtisi. Ne var ki kelimenin rastgele ağza alınması birçok karışıklığa da yol açmaktadır. Edebî Arapçada hümanizmin tam bir karşılığı yok. İnsaniyet’i onun yerine kullanmak âdet olmuş. İnsaniyet insanlık demek. İnsanlık kelimesini hümanizm manasına kullanan, bir avuç aydın sadece; belki bir gün daha geniş bir çevre tarafından da kullanılır. Ama yine de kelime iki manalıktan kurtulamayacaktır. Bu ifade zorluğu, hümanizm mefhumunun İslamiyet’te geçmişi olmadığını bize açık bir şekilde göstermektedir. (...) Hümanizm en geniş manasıyla, insanın müstesna değerini kabul eden anlayış, her amelî davranıştır. Bunu söylemekle bir insan-merkeziyetçiliğe mi kaymış oluyoruz? Ne münasebet. Tarif insandışı’nı bütünüyle reddetmiyor ki. Söz konusu olan, insanı insanın müstesna değerini gerçek boyutlarıyla kabul etmekten ibaret.
Değerlerimizi yeniden anlamamızı sağladı
İnsanı kendinde olmayan kabiliyetlerle donatarak yüceltmeye kalkışmak saçma. Modern Batı kültürü sık sık bu hataya düşmektedir. İnsanın gerçek haysiyetine saygı göstermek istiyorsak, onu bütün büyüklüğü ve bütün sınırları içinde, olduğu gibi ele almalıyız. (...) İnsan her şeyin tek ölçüsü olarak kabul edilince, bu hümanizm, ferdî ve sosyal bir hayat düzeninin adı olur. Tabiatüstü hiçbir gerçeği kaale almayan Tanrı’sız bir hümanizm. Tanrı’yı, ya topyekûn agnostik bir tutum için paranteze alır, yahut düpedüz inkâr eder. (...) Tektanrılı bir din olan İslamiyet için de insanın amacı ebediyettir. Kulun hayatı bu dünya ile sınırlı değildir. Ama İslâm arza da damgasını vuracak ve bir mümin olarak insana dünyada yaraşır bir düzen kuracaktır. O da bu yönüyle hümanist.” (C.Meriç, Kırk Ambar, İletişim Yay. İst. 1998)
Birçok yeri atlayarak aldığımız bu alıntı, yazarın bizi dağlardan, derelerden geçirerek nihayet düz bir ovaya çıkarmasına tipik bir örnektir. Doğrusu, kendi kavramlarıyla düşünemeyen ve başkalarının ortaya koyduğu kavramlarla, onlar hesabına kavga eden talihsiz bir neslin bir temsilcisi olarak kendimizi Cemil Meriç’in bu hakikate ustaca uzanan düşünce yolunda bulduğumuzu söyleyebilirim. Sağ, sol, aydın, doğu, batı, kültür, medeniyet gibi pek çok kavramı, yerli bir bakışla değerlendiren Cemil Meriç, bize Ahmed Cevdet, Ahmed Midhat, Said-i Nursî, Tunuslu Hayreddin gibi değerleri tanıttı. Hind’i, Rusya’yı, Batı’yı, onun kendine has üslubuyla okuduk. Bir memleketin irfanına, diline, kültürüne hizmetle gözlerine kara sular ininceye kadar uğraşan ve sonra da kitap okutmalarla, iç dünyasındaki ışığı çevresine yaymaya devam eden bu büyük mütefekkirin Batı dünyasındaki benzerleri çok daha farklı algılanmış ve değer görmüşlerdir. Sözgelimi Jorge Luis Borges de tıpkı Cemil Meriç gibi bir kitap sevdalısı. Her ikisinin de okumaktan gözlerine kara sular inmiş! Okumaktan dolayı görme yeteneğini kaybeden ünlü yazar Borges, 1955 yılında, Buenos Aires Milli Kütüphanesi’nin başına getirilince şu şiiri yazmış: “Kimse gözyaşları dökecek kadar alçalmasın ya da sitem etmesin / Allah’ın takdirinin bu yansımasına / O Allah ki böyle olağanüstü bir cilve ile / Karanlık ile kitapları bana birlikte sundu.”
Türk irfanına adanan bir ömür...
Ne büyük bir vefa değil mi? Okumaktan gözlerini yitiren bir aydına, sanatçıya devlet büyük bir jest yapıp onu Milli Kütüphane’nin başına getiriyor. Borges de tıpkı Cemil Meriç gibi, görme yeteneğini kaybettiği halde kitap okumayı/okutmayı bırakmamıştır. Bir süre önce, Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in o muhteşem kütüphanelerini gezerken birden Borges’i hatırladım. Annesiyle birlikte büyüleyici güzellikteki kitapçılarda Latince gramer kitabı aradığını canlandırdım gözümde. Annesinin, “Ama Jorge ne yapacaksın Latince gramerini artık!” deyişini... Borges’in burada tanıştığı tezgahtar çocuğa akşamları kendisine kitap okumayı teklif edişini... Cemil Meriç’le birbirlerine ne kadar benziyorlar değil mi? Ama bir fark var: Bizim aydınımızın bir “ba’sü ba’del mevt” (ölümden sonra dirilme) manasıyla yeniden keşfi ve değerinin bilinmesi pek mümkün değildir. Cemil Meriç isminin bir kütüphanede, üniversitede veya büyük bir araştırma kurumunda yaşaması ne güzel olurdu!..
“Bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. Boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. Sevdiklerim yabancılaşıyor. Kitaplar tuğla oluveriyor birden. Dostlarımın sesini tanımıyorum. Varlığım bir tele asılıyor. Bir kâbus bu, bir hastalık. Gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm... İstediğini yapamamak, sakatlığımdan doğan bir aciz...” (Bu Ülke, İletişim, 1985, s. 43) diye yakınan bir Cemil Meriç... Gözlerini kaybettikten sonra işsiz kalabileceği endişesini bile taşıyan bir mütefekkir!...
Nesiller onu yeniden keşfetmeli
Borges de körlükten yakınır aslında. Zaman zaman hayatın bir labirente dönüştüğünü söyler: “Hayattaki en basit şeyler, çoğu zaman bir nimet gibi gelir insana. Otele yeni gelmiştim. Her zaman olduğu gibi, körlerin gözlerine görünen o ışıltılı sisin ortasındaydım, bana ayırdıkları belli belirsiz odayı keşfe koyulmuştum. Hiç de düzgün olmayan duvarları yoklayarak, eşyaların arasından dolanarak yolumu bulmaya çalışırken kalın, yuvarlak bir sütuna rastgeldim. O denli kalındı ki, kollarımla sarmaya kalkıştığımda ellerimi arkasında kavuşturamadım. Birden beyaz olduğunu anladım...” (Jorge Luis Borges, Atlas, İletişim, 1995, s. 62)
Dış gözünü yitiren Cemil Meriç, iç aydınlığı ile bambaşka dünyalar keşfetmişti. O, hayatının sonuna kadar aydın olmanın dayanılmaz mesuliyetini ve haysiyetini taşıdı. Yazdığı eserler hakkında iltifatlar beklediyse de şa’şaalı törenler, abartılı övgüler beklemedi. Batı’dan yılın sanatçısı ödülleri falan da almadı. Hatay’a Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göç eden bir evlâd-ı fatihandı Cemil Meriç. Bu coğrafyadaki her Türk gibi babası, amcaları, dayıları Çanakkale’ye, Beyrut’a ve Yemen’e dağılmıştı. Her biri bir cephede bir imparatorluk askeri olarak şehit olmuştu. Fransız işgalindeki Hatay’da Fransız eğitim programlarının uygulandığı Antakya Sultanisi’nden mezun olmuştu. Bütün birikimini ve dildeki kabiliyetini ülkesinin genç dimağlarına sır dolu kapıları açmakla geçti. Biz, yani bir kördöğüşün kahramanları onun düşüncenin anahtarları olan kavramlar üzerindeki değerlendirmeleriyle kendimize geldik. Her medeniyetin kendine has kavramları olabileceğini ve insanların bir şeyi düşünmeye kavramların mahiyetiyle başladığını bize o fark ettirdi. Umarız ki bahtiyar nesiller, onu yeniden keşfedip bir aydının ba’sü ba’del mevtine vesile olurlar. Cemil Meriç’i, doğum gününde yeniden saygıyla hatırlıyor ve onu rahmetle anıyoruz
CEMİL MERİÇ
Bugün Cemil Meriç’in doğum günü. Nedense hep yazar ve şairlerimizi vefât yıldönümlerinde anarız da bir kez olsun onları doğum günlerinde anmak gelmez aklımıza.
Bir aydının yeniden keşfinin ve ölümünden sonra da uzun yıllar eserleriyle yaşamasının pek kolay olmadığı ülkemizde, Cemil Meriç, Necip Fazıl, Erol Güngör, Sabri F. Ülgener gibi aydınların pek kolay yetişmediği bir gerçek. Ünlü bir bilim adamını bir ülkenin hizmetine sokmanın bir maddi bedeli vardır. Sözgelimi dünyaca ünlü bir fizikçiyi ülkenizde çalıştırmak isterseniz bunu iyi bir ücretle gerçekleştirebilme şansına sahip olabilirsiniz; ama bir Yahya Kemal’in meydana gelmesi için böyle bir şansınız yoktur. Bugün dilin kısırlaştığı, cümlenin haysiyetini kaybettiği, kamûsun bir antikacı dükkanındaki eşya gibi kenara atıldığı bir dönemde, yetmiş kelimeden oluşan cümleleriyle Necip Fazıl’ın ve üç-dört kelime ile kocaman bir kitabı özetleyen Cemil Meriç’in yokluğunu hissetmemek mümkün mü?
Münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi
Cemil Meriç, eserlerindeki kavram zenginliği ve ansiklopedik birikimle, eskilerin âlim-i küll dedikleri birçok ilimden nasiplenmiş bir aydın tipini temsil ediyordu. “Ben hayatımda ‘veya’ kullanmadım” diyen bir mütefekkirin kendinden emin ve bir o kadar da iddialı cümleleri, tipik bir dirayet mantığını ortaya koyuyordu. Belki de ilk çözmemiz gereken “kavram kargaşası”nı bize ilk fark ettiren Cemil Meriç, işte bu dirayetli üslubu ile yıllardır tartıştığımız konuların bize aitliğini ve bizi ne derece ilgilendirdiğini sorgulamakla başlıyordu işe; sonra kavramı her yönüyle ve farklı değer yargılarıyla tartışmaya açıyordu. “İşte tam da bu anlam” derken, bizi tekrar arayışa ve nihayet kavramın bize ait değerler ışığında bir yere oturtulması ameliyesine başlıyordu. Sözgelimi “hümanizm”in yaygın olduğu bir dönemde, Mevlânâ ve Yunus’un da hümanistliğini tartıştığımız bir sırada o, şöyle diyordu:
“Hümanizmin bu kadar sık kullanılışı, şüphesiz çağımız için bir ihtiyacın, bir arayışın belirtisi. Ne var ki kelimenin rastgele ağza alınması birçok karışıklığa da yol açmaktadır. Edebî Arapçada hümanizmin tam bir karşılığı yok. İnsaniyet’i onun yerine kullanmak âdet olmuş. İnsaniyet insanlık demek. İnsanlık kelimesini hümanizm manasına kullanan, bir avuç aydın sadece; belki bir gün daha geniş bir çevre tarafından da kullanılır. Ama yine de kelime iki manalıktan kurtulamayacaktır. Bu ifade zorluğu, hümanizm mefhumunun İslamiyet’te geçmişi olmadığını bize açık bir şekilde göstermektedir. (...) Hümanizm en geniş manasıyla, insanın müstesna değerini kabul eden anlayış, her amelî davranıştır. Bunu söylemekle bir insan-merkeziyetçiliğe mi kaymış oluyoruz? Ne münasebet. Tarif insandışı’nı bütünüyle reddetmiyor ki. Söz konusu olan, insanı insanın müstesna değerini gerçek boyutlarıyla kabul etmekten ibaret.
Değerlerimizi yeniden anlamamızı sağladı
İnsanı kendinde olmayan kabiliyetlerle donatarak yüceltmeye kalkışmak saçma. Modern Batı kültürü sık sık bu hataya düşmektedir. İnsanın gerçek haysiyetine saygı göstermek istiyorsak, onu bütün büyüklüğü ve bütün sınırları içinde, olduğu gibi ele almalıyız. (...) İnsan her şeyin tek ölçüsü olarak kabul edilince, bu hümanizm, ferdî ve sosyal bir hayat düzeninin adı olur. Tabiatüstü hiçbir gerçeği kaale almayan Tanrı’sız bir hümanizm. Tanrı’yı, ya topyekûn agnostik bir tutum için paranteze alır, yahut düpedüz inkâr eder. (...) Tektanrılı bir din olan İslamiyet için de insanın amacı ebediyettir. Kulun hayatı bu dünya ile sınırlı değildir. Ama İslâm arza da damgasını vuracak ve bir mümin olarak insana dünyada yaraşır bir düzen kuracaktır. O da bu yönüyle hümanist.” (C.Meriç, Kırk Ambar, İletişim Yay. İst. 1998)
Birçok yeri atlayarak aldığımız bu alıntı, yazarın bizi dağlardan, derelerden geçirerek nihayet düz bir ovaya çıkarmasına tipik bir örnektir. Doğrusu, kendi kavramlarıyla düşünemeyen ve başkalarının ortaya koyduğu kavramlarla, onlar hesabına kavga eden talihsiz bir neslin bir temsilcisi olarak kendimizi Cemil Meriç’in bu hakikate ustaca uzanan düşünce yolunda bulduğumuzu söyleyebilirim. Sağ, sol, aydın, doğu, batı, kültür, medeniyet gibi pek çok kavramı, yerli bir bakışla değerlendiren Cemil Meriç, bize Ahmed Cevdet, Ahmed Midhat, Said-i Nursî, Tunuslu Hayreddin gibi değerleri tanıttı. Hind’i, Rusya’yı, Batı’yı, onun kendine has üslubuyla okuduk. Bir memleketin irfanına, diline, kültürüne hizmetle gözlerine kara sular ininceye kadar uğraşan ve sonra da kitap okutmalarla, iç dünyasındaki ışığı çevresine yaymaya devam eden bu büyük mütefekkirin Batı dünyasındaki benzerleri çok daha farklı algılanmış ve değer görmüşlerdir. Sözgelimi Jorge Luis Borges de tıpkı Cemil Meriç gibi bir kitap sevdalısı. Her ikisinin de okumaktan gözlerine kara sular inmiş! Okumaktan dolayı görme yeteneğini kaybeden ünlü yazar Borges, 1955 yılında, Buenos Aires Milli Kütüphanesi’nin başına getirilince şu şiiri yazmış: “Kimse gözyaşları dökecek kadar alçalmasın ya da sitem etmesin / Allah’ın takdirinin bu yansımasına / O Allah ki böyle olağanüstü bir cilve ile / Karanlık ile kitapları bana birlikte sundu.”
Türk irfanına adanan bir ömür...
Ne büyük bir vefa değil mi? Okumaktan gözlerini yitiren bir aydına, sanatçıya devlet büyük bir jest yapıp onu Milli Kütüphane’nin başına getiriyor. Borges de tıpkı Cemil Meriç gibi, görme yeteneğini kaybettiği halde kitap okumayı/okutmayı bırakmamıştır. Bir süre önce, Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in o muhteşem kütüphanelerini gezerken birden Borges’i hatırladım. Annesiyle birlikte büyüleyici güzellikteki kitapçılarda Latince gramer kitabı aradığını canlandırdım gözümde. Annesinin, “Ama Jorge ne yapacaksın Latince gramerini artık!” deyişini... Borges’in burada tanıştığı tezgahtar çocuğa akşamları kendisine kitap okumayı teklif edişini... Cemil Meriç’le birbirlerine ne kadar benziyorlar değil mi? Ama bir fark var: Bizim aydınımızın bir “ba’sü ba’del mevt” (ölümden sonra dirilme) manasıyla yeniden keşfi ve değerinin bilinmesi pek mümkün değildir. Cemil Meriç isminin bir kütüphanede, üniversitede veya büyük bir araştırma kurumunda yaşaması ne güzel olurdu!..
“Bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. Boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. Sevdiklerim yabancılaşıyor. Kitaplar tuğla oluveriyor birden. Dostlarımın sesini tanımıyorum. Varlığım bir tele asılıyor. Bir kâbus bu, bir hastalık. Gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm... İstediğini yapamamak, sakatlığımdan doğan bir aciz...” (Bu Ülke, İletişim, 1985, s. 43) diye yakınan bir Cemil Meriç... Gözlerini kaybettikten sonra işsiz kalabileceği endişesini bile taşıyan bir mütefekkir!...
Nesiller onu yeniden keşfetmeli
Borges de körlükten yakınır aslında. Zaman zaman hayatın bir labirente dönüştüğünü söyler: “Hayattaki en basit şeyler, çoğu zaman bir nimet gibi gelir insana. Otele yeni gelmiştim. Her zaman olduğu gibi, körlerin gözlerine görünen o ışıltılı sisin ortasındaydım, bana ayırdıkları belli belirsiz odayı keşfe koyulmuştum. Hiç de düzgün olmayan duvarları yoklayarak, eşyaların arasından dolanarak yolumu bulmaya çalışırken kalın, yuvarlak bir sütuna rastgeldim. O denli kalındı ki, kollarımla sarmaya kalkıştığımda ellerimi arkasında kavuşturamadım. Birden beyaz olduğunu anladım...” (Jorge Luis Borges, Atlas, İletişim, 1995, s. 62)
Dış gözünü yitiren Cemil Meriç, iç aydınlığı ile bambaşka dünyalar keşfetmişti. O, hayatının sonuna kadar aydın olmanın dayanılmaz mesuliyetini ve haysiyetini taşıdı. Yazdığı eserler hakkında iltifatlar beklediyse de şa’şaalı törenler, abartılı övgüler beklemedi. Batı’dan yılın sanatçısı ödülleri falan da almadı. Hatay’a Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göç eden bir evlâd-ı fatihandı Cemil Meriç. Bu coğrafyadaki her Türk gibi babası, amcaları, dayıları Çanakkale’ye, Beyrut’a ve Yemen’e dağılmıştı. Her biri bir cephede bir imparatorluk askeri olarak şehit olmuştu. Fransız işgalindeki Hatay’da Fransız eğitim programlarının uygulandığı Antakya Sultanisi’nden mezun olmuştu. Bütün birikimini ve dildeki kabiliyetini ülkesinin genç dimağlarına sır dolu kapıları açmakla geçti. Biz, yani bir kördöğüşün kahramanları onun düşüncenin anahtarları olan kavramlar üzerindeki değerlendirmeleriyle kendimize geldik. Her medeniyetin kendine has kavramları olabileceğini ve insanların bir şeyi düşünmeye kavramların mahiyetiyle başladığını bize o fark ettirdi. Umarız ki bahtiyar nesiller, onu yeniden keşfedip bir aydının ba’sü ba’del mevtine vesile olurlar. Cemil Meriç’i, doğum gününde yeniden saygıyla hatırlıyor ve onu rahmetle anıyoruz