ashli
Bayan Üye
Gemeinschaft ve gesellschaft, Almancadan evrensel terminolojiye geçmiş bu iki kavram, yani 'cemaat' ve 'toplum'. Bu iki kavramın arasındaki ayrımı çizen şey, modernleşme.
Modernleşmeden önce Batı'da da 'toplum' değil, 'cemaat' vardı. Modernleşme dediğimiz olay Batı'da başladı, dünyada ilkin Batı'nın cemaati, Batı toplumuna dönüştü. Dolayısıyla da bu acıyı dünyada ilk yaşayan, Batı oldu. Modernleşme, acı veren bir süreçtir.
Ama Batı, modernleşirken çektiği acının misliyle fazlasını dünyanın geri kalanına çektirdi. Birçok yerde, kendisi, neredeyse 'döve döve', birtakım toplumları sözde modernleştirdi. Bazı yerlerdeyse toplumlar, ne nedenini, ne nasılını anlamadan, ama bir zorunluluk olarak modernleşmeyi yaşadılar, yaşamak durumunda kaldılar. Bu süreç hâlâ bitmiş değil, belki bitecek gibi de değil. Ama bugün vardığımız noktada, 'Ben bu oyunu oynamıyorum' diyen bir babayiğit de yok. Dolayısıyla hepimiz bu geminin içindeyiz. Acı, macı, ama gidiyoruz, gitmek zorundayız.
Batı dışında hiç kimse, Batı'nın gelişmesini Batı gibi yaşamadığı için, kimsenin 'cemaat'i, kendi iç dinamiğiyle, 'toplum'a dönüşmedi. Tabii bunun da, dünyanın her yerinde, bölgesel/yerel özelliklere göre, aldığı farklı biçimler var. Afrika'nın kabilelerini gesellschaft'a dönüştürmek bir şey, Ortadoğu'nun Müslüman kentleri başka şey. Japonya bambaşka bir şey vb. Geleneksel yapılar direniyor, değişim gereği dayatıyor, acı sürüyor.
Bu konuya Türkiye'de aldığı biçimlerle bakılacak olursa, geleneksel 'cemaat' yapısının, görece yumuşak ve arızasız bir geçişle 'toplum'a dönüşmek şöyle dursun, bugün dahi, bunun önündeki en önemli engellerden biri olduğunu düşünüyorum.
Ama bu, 'cemaat'in modernleşmeye direnmesi biçiminde de olmuyor. Daha doğrusu, monolitik, tutarlı bir direnme biçimini alamıyor.
Şimdi, aslında bütün toplumsal ilişkiler muhafazakârdır. Belirli bir konjonktürde, belirli amaçları gerçekleştirmek için kurulmuşlardır ve her şey değişse de, tıpkı organik hayat gibi, onlar da varlıklarını sürdürmeye çalışır. Bunca uzun tarihi olan 'cemaat' ilişkilerinin de bundan başka bir tepki göstermesi beklenemez.
Ama aynı zamanda, bir toplumsal ilişki, onu üreten koşulların yerini alan yeni koşulların kendisine tanıdığı hayat oranında varlığını sürdürebilir. Sözgelişi, İstanbul'a topluca gelip gecekondu yapan ya da Almanya'nın X kentine topluca gidip aynı fabrikada iş bulan ve aynı mahallede ev tutan Z kasabası hemşerileri, bu yeni mekânlarında da, eski 'cemaat' ilişkilerini belirli ölçüde sürdürme imkânı buluyordu.
Modernleşmenin gücünü daha fazla, daha sert vb. hissettirdiği ortamlarda ise cemaat dayanıklı bir biçim olamıyor ve dağılıyor.
Şunu vurgulamak istiyorum: 'cemaat' da bir 'toplum', dolayısıyla bir 'toplumsallık' biçimi. Ama dağıldığında, ortada kalan üyeleri, yeni 'toplum'un 'toplumsallık' biçimlerine geçemiyorlar. Hatta, en çok bunda zorlandıkları söylenebilir.
Tam tersine, 'cemaat'in bitmesiyle, bireyleşiyorlar. Cemaat biriminden çıkıldığında, onun yerini alacak yeni bir 'toplumsal'lığın koruyucu kabuğunu aramak yerine, insanlar, hayatlarını bireyselleştiriyorlar. Ama buna 'bireyselleşme' demek yanlış, yanıltıcı. Türkçenin verdiği imkânlarla, buna 'bireyselleşme' değil, 'bireycileşme' demek daha doğru olur sanıyorum. 'Cemaat' tipinde bir toplumsallığın empoze ettiği değerler, dayanışma, ahlak vb. o toplumsal örgütlenmeyle birlikte tarih-dışı ve geçersiz kalınca, bu durumdaki insan 'Ben şimdi üst değerlerimi hangi toplumsal örgütlenme biçiminden alacağım?' diye sormuyor. Böyle bir soru sorması herhalde mümkün değil. Hangi kültürel birikim ona böyle bir soruyu formüle ettirebilir?
Tanımlanan durumda birey, sorumluluklar ve yükümlülüklerinden arınmış birey olarak o kişi kalıyor ve karşısında, tanımadığı, anonim, bir tehdit ve hatta bir düşman olarak 'toplum'. Bu toplum, onun 'çevre'si filan değil, kendi adına sömüreceği veya talan edeceği 'tarla', 'maden', her neyse, öyle bir şey.
Cemaat, bu anlamda, kendisi ayakta kalarak değil, yıkılırken içinde yetişenlere miras bıraktığı bilinçlilik biçimleri ve hayat algılarıyla, modernleşmenin, modern toplumsallığın en büyük engeli oluyor.
Murat Belge
Modernleşmeden önce Batı'da da 'toplum' değil, 'cemaat' vardı. Modernleşme dediğimiz olay Batı'da başladı, dünyada ilkin Batı'nın cemaati, Batı toplumuna dönüştü. Dolayısıyla da bu acıyı dünyada ilk yaşayan, Batı oldu. Modernleşme, acı veren bir süreçtir.
Ama Batı, modernleşirken çektiği acının misliyle fazlasını dünyanın geri kalanına çektirdi. Birçok yerde, kendisi, neredeyse 'döve döve', birtakım toplumları sözde modernleştirdi. Bazı yerlerdeyse toplumlar, ne nedenini, ne nasılını anlamadan, ama bir zorunluluk olarak modernleşmeyi yaşadılar, yaşamak durumunda kaldılar. Bu süreç hâlâ bitmiş değil, belki bitecek gibi de değil. Ama bugün vardığımız noktada, 'Ben bu oyunu oynamıyorum' diyen bir babayiğit de yok. Dolayısıyla hepimiz bu geminin içindeyiz. Acı, macı, ama gidiyoruz, gitmek zorundayız.
Batı dışında hiç kimse, Batı'nın gelişmesini Batı gibi yaşamadığı için, kimsenin 'cemaat'i, kendi iç dinamiğiyle, 'toplum'a dönüşmedi. Tabii bunun da, dünyanın her yerinde, bölgesel/yerel özelliklere göre, aldığı farklı biçimler var. Afrika'nın kabilelerini gesellschaft'a dönüştürmek bir şey, Ortadoğu'nun Müslüman kentleri başka şey. Japonya bambaşka bir şey vb. Geleneksel yapılar direniyor, değişim gereği dayatıyor, acı sürüyor.
Bu konuya Türkiye'de aldığı biçimlerle bakılacak olursa, geleneksel 'cemaat' yapısının, görece yumuşak ve arızasız bir geçişle 'toplum'a dönüşmek şöyle dursun, bugün dahi, bunun önündeki en önemli engellerden biri olduğunu düşünüyorum.
Ama bu, 'cemaat'in modernleşmeye direnmesi biçiminde de olmuyor. Daha doğrusu, monolitik, tutarlı bir direnme biçimini alamıyor.
Şimdi, aslında bütün toplumsal ilişkiler muhafazakârdır. Belirli bir konjonktürde, belirli amaçları gerçekleştirmek için kurulmuşlardır ve her şey değişse de, tıpkı organik hayat gibi, onlar da varlıklarını sürdürmeye çalışır. Bunca uzun tarihi olan 'cemaat' ilişkilerinin de bundan başka bir tepki göstermesi beklenemez.
Ama aynı zamanda, bir toplumsal ilişki, onu üreten koşulların yerini alan yeni koşulların kendisine tanıdığı hayat oranında varlığını sürdürebilir. Sözgelişi, İstanbul'a topluca gelip gecekondu yapan ya da Almanya'nın X kentine topluca gidip aynı fabrikada iş bulan ve aynı mahallede ev tutan Z kasabası hemşerileri, bu yeni mekânlarında da, eski 'cemaat' ilişkilerini belirli ölçüde sürdürme imkânı buluyordu.
Modernleşmenin gücünü daha fazla, daha sert vb. hissettirdiği ortamlarda ise cemaat dayanıklı bir biçim olamıyor ve dağılıyor.
Şunu vurgulamak istiyorum: 'cemaat' da bir 'toplum', dolayısıyla bir 'toplumsallık' biçimi. Ama dağıldığında, ortada kalan üyeleri, yeni 'toplum'un 'toplumsallık' biçimlerine geçemiyorlar. Hatta, en çok bunda zorlandıkları söylenebilir.
Tam tersine, 'cemaat'in bitmesiyle, bireyleşiyorlar. Cemaat biriminden çıkıldığında, onun yerini alacak yeni bir 'toplumsal'lığın koruyucu kabuğunu aramak yerine, insanlar, hayatlarını bireyselleştiriyorlar. Ama buna 'bireyselleşme' demek yanlış, yanıltıcı. Türkçenin verdiği imkânlarla, buna 'bireyselleşme' değil, 'bireycileşme' demek daha doğru olur sanıyorum. 'Cemaat' tipinde bir toplumsallığın empoze ettiği değerler, dayanışma, ahlak vb. o toplumsal örgütlenmeyle birlikte tarih-dışı ve geçersiz kalınca, bu durumdaki insan 'Ben şimdi üst değerlerimi hangi toplumsal örgütlenme biçiminden alacağım?' diye sormuyor. Böyle bir soru sorması herhalde mümkün değil. Hangi kültürel birikim ona böyle bir soruyu formüle ettirebilir?
Tanımlanan durumda birey, sorumluluklar ve yükümlülüklerinden arınmış birey olarak o kişi kalıyor ve karşısında, tanımadığı, anonim, bir tehdit ve hatta bir düşman olarak 'toplum'. Bu toplum, onun 'çevre'si filan değil, kendi adına sömüreceği veya talan edeceği 'tarla', 'maden', her neyse, öyle bir şey.
Cemaat, bu anlamda, kendisi ayakta kalarak değil, yıkılırken içinde yetişenlere miras bıraktığı bilinçlilik biçimleri ve hayat algılarıyla, modernleşmenin, modern toplumsallığın en büyük engeli oluyor.
Murat Belge