Wes Anderson gibi bir dahinin Amerikan sinemasına birkaç beden fazla geldiğini söylemek biraz cesurca bir söylem olsa da biraz düşününce haklılık payı olduğunu fark edebiliyoruz. Uçuk kaçık filmlerinde hayal dünyasıyla gerçekliği pastel betimlemeler ve karakterlerle birleştiren usta yönetmen, en son Moonrise Kingdom ile kariyerinin zirve noktasına ulaşmıştı. Bu kadar iyi bir filmden sonra gelecek eserinin ne kadar riskli bir noktada ayakta durmaya çalışacağını tahmin edebilirsiniz. İlk olarak Berlinalede görücüye çıkan, bir de festivalden büyük jüri ödülü kazanan Büyük Budapeşte Oteli, Andersonın önceki filmiyle yükselttiği çıtaya birden fazla basamak ekleyerek yönetmenin ustalık eseri olarak parlıyor. Şimdiden senenin en iyilerinden biri olmayı başaran, üstadın yepyeni feel-good-moviesi bizimle İstanbul Film Festivali kapsamında buluştu.
Büyük Budapeşte Otelinin hikayesini anlatmak en az Andersonın diğer filmleri hakkında bir şeyler söylemeye çabalamak kadar zor aslında. Artık herkes şunun farkında: Yönetmen, her filminin her karesini olabilecek en dolu şekilde resmetmeyi seviyor. Bu kareler bir araya geldiğinde oluşan eserin nasıl bir boyutta olduğunu hayal etmek güç olsa da Anderson bir kez daha bunun o kadar da zorlu olmayacağını gösteriyor. Büyük Budapeşte Oteli, iki dünya savaşı arasında geçen ve hikayenin odak mekanından ismini alan bir kovalamaca filmi esasında. Andersonın önceki filmlerinde olduğu gibi esas karakter yine meraklı, yine bir şeylerin peşinde ve peşinde olduğu şey için ister istemez maceradan maceraya koşmak zorunda. Bu sefer yönetmenin asıl yolcusu uzun süredir oyunculuğu ile takdir kazanan, şimdilerde ise yönetmenliği ile adından söz ettiren Ralph Fiennes. Kendisinin hayat verdiği Gustave için söz konusu otelin birinci elemanı diyebiliriz. Öyle ki oteldeki her şey ondan soruluyor, herkesin her hareketi öncesinde adeta ondan izin alınıyor. O her şeyi biliyor, herkesi de tanıyor. Özellikle yaşlı, sarışın, zengin kadınlara ise özel bir ilgisi var. Kendisi mutlu olduğu gibi onları da mutlu etmeyi oteldeki görevinin bir parçası olarak görüyor. Gustave için politikliğin dibini görmüş bir karakter yaratan yönetmen, onun naif ama gözü açık karakteri üzerinden hikayesini kurgulasa da bir başka esas karakter daha var. Otelin yeni belboyu olan Sıfır lakaplı bu çömez çocuk, emirlerini Gustavedan alırken bir yandan onun macerasında kilit rolü oynayan, Gustaveın veliahtı olacağını az çok tahmin ettiğimiz bir mülteci. İkilinin yolları otelin çalışma şartlarında kesişse de esas işbirlikleri Gustaveın oteldeki yaşlı aşıklarından Madame D.nin (Tilda Swinton) ölümü sonrasında başlıyor. Yaşlı kadın, uçsuz bucaksız servetinin en nadide parçası olan Elma Tutan Çocuk isimli tabloyu ailesi yerine büyük aşkı Gustavea bırakınca bir kargaşa kendini gösteriyor. Madamın oğlu Dmitri (Adrien Brody) bunun üzerine esas oğlanımıza onu bol kovalamacalı bir maceraya davet edecek korkunç bir komplo kuruyor ve Büyük Budapeşte Otelinin rengarenk, absürt, eğlenceli ve ürkütücü dakikaları böylelikle başlıyor.
Filmini kronolojik çizgiye uymadan birkaç bölümde ele alan Wes Anderson, Büyük Budapeşte Otelinde kendi zekasının ve hayal gücünün en uç noktalarına erişmiş gibi duruyor. İlk dakikalarında seyircide yüksek bir merak duygusu uyandıran filmin senaryosu en ufak bir şüpheye mahal vermeden kusursuzun kanlı canlı örneği olmuş desek abartmış olmayız. Büyük bütçeli yahut önemli filmlerin yıldız oyuncularının kısacık, basit rollerde hayat verdiği tuhaf karakterler, filmin adrenalini yüksek gidişatında seyircinin en samimi dostu oluyor. Yönetmen hayal ürünü bir dünyada, hayal ürünü karakterlerin ne kadar farklılaştırılabildiklerini kanıtlamak istercesine filmini basit patikalardan dolambaçlı yollara, sığ sulardan derin okyanuslara sürüklüyor. Öyle ki Büyük Budapeşte Otelinin her anında bir sonraki sahnede ne olacağını tahmin ettiğimiz halde bir an önce ilerlemesini bekliyoruz çünkü Anderson, iflah olmaz bir yaramaz çocuk olarak ritmi hiçbir şekilde düşmeyen ve en başından tutup duygu seli olup akan finaline kadar seyircisine kucak açan bir hikaye kurgusuyla karşımıza çıkmış. En güzel rüyalarımızı bile kıskandıracak bu yepyeni evrenin bir parçası olmak ise hiç zor değil zira yönetmen, her türden seyirciyi tatmin edecek bir portreye davet ediyor. Sıkı dostu Alexandre Desplat tarafından bestelenen harika müzikler eşliğinde, Andersonın kendisiyle özdeşleşen kamera kullanımı ve dekorlar da bu armoniye katılınca Büyük Budapeşte Otelinin mutluluktan ve sinemayı kutlamaktan daha azını vaat etmeyeceğini fark ediyoruz. Daha önce de bahsettiğim gibi yıldızlarla dolu kalabalık kadrosunun yağmur damlaları gibi bir bir ekrana düşüp bir anda yok olmaları ise hiçbir rahatsızlığa sebep olmuyor. Her biri bu armoniye renk katarak görevlerini yerine getiriyor, Andersonın baş yapıtının birer parçası oluyor.
Aynen öyle; Büyük Budapeşte Otelini Wes Andersonın başyapıtı olarak rahatlıkla kabullenebiliriz. İvmesini hiçbir zaman düşürmeyen böylesi yaratıcı bir yönetmenin Amerikanın muhafazakar sinema anlayışı içinde sıyrılıp bu gibi eserlerle karşımıza çıkıyor oluşu ise basitçe bir lütuftan daha azı olamaz. Moonrise Kingdom sonrasında daha iyisini yapabilir mi diye düşünürken Büyük Budapeşte Oteli ile karşılaşmak pek hoş oldu, peki bundan daha iyisini yapabilir mi? Aynı kuşkuya mahal vermeye gerek yok, neden olmasın deyip geçelim!
- Burak Hazine -