Bir Övgü Hesabı - Tolstoy

ashli

Bayan Üye
Bir gün ağaç gibi yoğun bir adam, kentin tek bankasına geldi ve, bir övgü hesabı açtırmak istiyorum, dedi. Görevli, o kuşların duygularını nereden bilsindi. Tabi efendim, dedi; biraz bekleyin. Adam, kibirli bir gülümseyişle baktı. Zavallı aklım! der gibiydi, görevlinin kafa sesiyle. Aynasına tapınan sersemlerden bu da.

Ağaç gibi yoğun adamı tanımamıştı. Kendisini çok yaşamış bir kâhin sanıyor da olabilirdi. Görevli, gururdan yapış yapış bakışlarla adamın gözlerine baktı. Bir gözü kördü. Bir eli delikti. Sabah uyandığında alnında karanlık sözler yazılıydı. Boyu, mağrur bir kule gibi yükseltilmişti. Kapıda bekleyen oldukça süslü bir bineği vardı. Üniforması tuhaftı. Pek çok yabani kelime söylüyordu.

Görevli yine tanıyamamıştı adamı.

Yalana yalan demeye de dili varmazdı zaten.

Lütfen şöyle oturun efendim, dedi.

Adam, gökgürültüsü gibi toprak altında yatan sözler konuştu. Görevli, dimağında yakan ateşi de farketmedi. Yüzünde saldıran cehennemi de.

Neyse uzatmayalım. Bir övgü hesabı açtı adam için. İşlemleri bitirince, oldukça önemli bir tutum takınarak cüzdanı uzattı, işte oldu, artık herkesin yatıracağı övgüler hesabınıza geçecek efendim, dedi. Ağaç gibi yoğun adam, ver şunu sersem, der gibi aldı. Tek söz etmeden çıkıp gitti.

Bu dünyanın hayatı pek çabuk değişti. Her insan için her an bir âlem gitti, yeni bir âlemin kapısı açıldı. Ağaç gibi yoğun adamın faizli vadeli hesabına övgü üstüne övgü yatırıldı.

Kadının kuşkuyla koştuğu ormandaki şato ışıklandırıldı. Söndürüldü. Tekrar ışıklandırıldı. Tekrar söndürüldü.

Sonunda herşey yaz mevsiminin kucağına döküldü. Her fani gibi övgü hesabı olan adam da göçüp gitti dünyadan.

Yıllar sonra hesabı açıldı, bakıldı.

Dehşete kapılındı. Oldukça şişkin bir sövgü vardı adamın hesabında. Faiz, kaldıkça mevduatı küçülten bir faizdi.

Her biri kendi gözüyle meşguldü.

FARE AĞACI KEMİRİNCE…

Seyyah, yırtıcı hayvandan kurtarmak için susuz bir kuyuya atar kendini. Orda, kuyunun dibinde bir ejderha görür, onu yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen, ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Elleri uyuşur ve az sonra, kendisini her iki tarafta bekleyen felaketin kucağına düşeceğini hisseder, ama hâlâ sımsıkı yapışıp durmaktadır dala. O sırada, biri beyaz biri kara iki farenin, onun tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp, dalı kemirmekte olduklarını görür. Birkaç dakikası vardır, çalı kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir. Seyyah bunu görür ve kurtulma şansı olmadığını bilir. Ama havada debelendiği sürece, çevresine bakınmaktadır. Çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalar.

İşte ben de aynen öyleyim, ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bu azaba niye düştüğümü bir türlü aklım almıyor. Ve şimdiye kadar bana teselli vermiş olan balı emmeyi deniyorum. Ama, bal bana tad vermez oldu artık; beyaz ve siyah fareler, gece gündüz tutunduğum dalı kemirmekteler. Ejderhayı açık seçik görüyorum, ve bal bana tatlı gelmiyor artık. Ben, sadece kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyorum —gözümü onlardan çeviremem. Ve bu bir masal değil, bir gerçektir. Aksi ispatlanamaz ve herkesin algılayabileceği bir hakikattır.

Herkesin algılayabileceği, ama çoğumuzun algılamadığı bu hakikatı Tolstoy yaşamış.

Ama “ünlü yazar” olarak değil, bir “insan” olarak. Romanlarından birisindeki bir kahramanın ağzından “hayalen” konuşmamış Tolstoy. Bizzat kendi halini resmetmiş, “itiraf” etmiş.

Yukardaki satırlar, Leo Nikolayeviç Tolstoy’un İtiraflarım isimli küçük, ama bir ömrü barındıran kitabında yer alıyor. Tolstoy, bu kitabında hayat hikâyesini anlatıyor. Ama kitapta yer, isim, olay yok. Sadece şu sorular ve onların cevaplarının arayışı var: “Kimim? Ne için yaşıyorum? Hayatımda benim kaçınılmaz olan kendi ölümümle yok olmayacak bir anlam var mı?”

Ve hayatının ilk dönemlerine kadar uzanarak bu arayışını dile getirir Tolstoy.

Her Rus çocuğu gibi, Ortodoks Hıristiyanlık telkini almış. Ama dahil olduğu kuşak gibi, o da pek ciddiye almamış dini. Dinden soğukluk dalgasına kapılıp, inançtan kopmuş. Yani herkes nasıl yaşıyorsa, öyle yaşamış. “Herkes de yalnız inanç esaslarıyla ortak olmayan, ekseriya ona ters düşen ilkelere bağlı olarak yaşıyor; inanç öğretisinin hayatımızda payı yoktur, ne başka insanlarla olan ilişkilerimizde rastlıyoruz ona, ne de bizzat kendi hayatımızda onunla alışverişimiz oluyor, inanç esaslarını herhangi bir yerde, hayattan uzakta ve ondan bağımsız kabulleniyoruz. O, bir kere karşımıza çıkınca da, tıpkı, hayatı içten hiç ilgilendirmeyen haricî bir olaymış gibi olur bu.“

Allah’a, dine inanmıyor; çeşitli dinî törenlere hiç katılmıyor değilmiş Tolstoy. “Bana çocukluğumdan beri öğretilenlere inanmıyordum, ama bir şeylere inanıyordum. Neye inanıyordum, imkânsız sözlere dökemiyordum bunu. Tanrı’ya da inanıyordum, daha doğru söylemek gerekirse, Tanrı’yı inkâr etmiyordum, ama nasıl bir Tanrı’ya inanıyordum, bunu anlatamazdım. Hz. İsa’yı ve öğretisini de inkâr etmiyordum, ama öğretisinin esası neydi, bunu söyleyemiyordum.“

Aslında, mükemmelleşmeye inanıyormuş da, Yaratıcının nazarında değil, başka insanlar karşısında daha iyi olmaya inanç şeklindeymiş bu. Ve tabiî, başka insanlar karşısında daha iyi olmanın yerini, diğer insanlardan daha meşhur, daha değerli, daha zengin olma arzusu almış.

Hırs, tahakküm, menfaatperestlik, şehvet, kibir, hiddet, intikam hırsının... insanlara egemen olduğu bir ortamda, genç Tolstoy da teslim olmuş bunlara. Bakar ki, çevresi kendisini bunlar için alkışlıyor; daldıkça dalmış böylesi bir hayata. Hem de tam tamına on yıl.

Ve yazarlığa başlamış. Ama yine bu duygularla, yani kibir, menfaatperestlik ve gururun itmesiyle. Ve yeni yeni katıldığı yazar çevresinde, “ilerleme” fikrine takılımış. Yazar ve şairlermiş, insanlara bu “din”i vaaz edenler. Ama bu da tatmin etmez olmuş onu. “Yazarların taşıdığı ‘yazarlar inancı’nın doğruluğundan kendim şüphelenmeye başladıktan sonra, bu rahipleri daha dikkatli izler oldum ve şu kanaate ulaştım ki, bu inancın rahiplerinin hemen hepsi, yani bütün yazarlar, ahlâksız ve çoğunluğuyla kötü, karaktersiz insanlardı.” Dolayısıyla, bu inancın bir aldatmacadan ibaret olduğunu farketmiş. Ne var ki, kalben bağlandığı şöhret, zenginlik, ünvan sevgisinden kopamadığından kolay kolay sıyrılamamış bu çevreden.

Zaman zaman aklı değil, ama hissiyatı bu tür yaygın boş inançlara baş kaldırmış. Dünyasındaki ilerleme fikrini, şahit olduğu iki olay yıkmış. Birisi, Paris’teki bir idam infazı. Diğeri ise kardeşinin genç yaşta ölmesi. “Kardeşim iyi, akıllı ve ciddî ciddî çaba gösteren bir insandı. Genç yaşta hastalandı, bir yıldan fazla bir süre acı çekti, niçin yaşadığını anlamaksızın, hele niçin öldüğünü hiç mi hiç anlamaksızın, ızdırap içinde öldü. Ona ya da bana, onun bu yavaş ve ızdıraplı hastalığı sırasında bu soruya cevap vermedi hiçbir teori.”

Yabancı ülkelerde öğretmenlik, sulh hakimliği, dergiler derken kendi kendini oyalar Tolstoy. Sonra herşeyi terkederek geri döner. Ve evlenir. “Mutlu bir aile hayatının yeni şartları, beni, hayatın genel anlamını araştırmaktan tamamen alıkoyuyordu. Bu sıralarda bütün hayatımın merkezinde ailem, eşim, çocuklar ve onlar için evin imkanlarını genişletmek yer alıyordu.” İlerleme düşüncesinin yerini şimdi kendisinin ve ailesinin rahat etmesi için çabalama almıştır.

Bir onbeş yıl da böyle geçer.

Alkış ve para toplamanın yanısıra, “hayatımın, genel olarak hayatın anlamı konusunda ruhumda başgösteren bütün soruları uyuşturmak için bir çare olarak,” yazmaya sarılır. Ama duyguları bu hale razı olmaz. “Şüphe anları” gelip çatar. Dengesi kaybolur, melankoliye düşer. Şüphe anları daha sık yoklar onu. Hep aynı soru: “Ne için? Peki, sonra ne?”

“Durmadan aynı yere düşen noktalar gibi, bu cevapsız sorular da kara bir leke halinde toplanıp büyüyordu. Bir iç dertten ızdırap çeken bir insanın hali ne olursa, benimki de öyleydi. Önce hastanın önem verdiği ufak işaretler belirir, sonra bu işaretler gittikçe sık tekrarlanır ve zamanla bölünmesi imkânsız bir ızdırap haline gelir. Acı büyür ve hasta düşünmeye vakit bulamaz olur. O zaman farkeder ki, kendisinin uyumsuzluk (saçma) saydığı şey, dünyada onun için en önemli şeydir.”

Cevap bulmak gerekir bu yalın, çocukça görünen sorulara. “Onlara yaklaşır yaklaşmaz ve onları çözmeye kalkar kalkmaz, hemen şunu anlamıştım: Birincisi, bunlar öyle aptalca ve çocukça sorular değil, hayattaki en derin sorular. İkincisi, ben bunları istediğim kadar düşüneyim, hiç, ama hiç çözemem.”

“Ne için olduğunu bilmeden birşey yapamam ben, yaşayamam ben.”

Filan bölgede şu kadar toprağa sahip olunacak: “Peki sonra?” Çocuklara eğitim vermek gerekli: “Ne için?” Halkın refahının en yükseğe çıkarılması için ne yapmalı: “Bundan sana ne?” Şöhret, onca eserin sağlayacağı şöhret: “Pekâlâ, Gogol’dan, Puşkin’den, Shakespeare’den, dünyanın öteki bütün yazarlarından ünlü olacaksın da, ne olacak sanki?”

“Bunları hiç, ama hiç cevaplandıramıyordum. Sorular beklemezler, cevap isterler. İnsan cevap bulamazsa yaşayamaz. Ve bir cevap da yok işte.”

Hayatı durur Tolstoy’un. Gerçi, yine yer, içer, uyur, nefes alır; ama hayat bunlardan ibaret değildir ki. “Çünkü tatminini akıllıca bulacağım arzularım eksikti.” Hayatı birden anlamsızlığa bürünür. Sanki bir uçurumun eşiğindedir. Önünde ise yalnızca ve yalnızca mahvoluş. Hareketsiz durmak imkânsız. Gözleri kapamak da. “Tam bir perişanlık”tır bu.

“Hayatımdaki hiçbir harekete akıllıca bir anlam veremiyordum. Bunu daha baştan kavrayamadığıma şaşırıyordum yalnızca. Bütün bunlar, bizce artık çoktan malûm. Bugün yarın hastalık, ölüm sevdiğim insanları ve beni yakalayacak.. Başarılarım nasıl olurlarsa olsunlar, er-geç unutulacak ve ben de hayatta olmayacağım. O halde bütün bu çaba niye? İnsanoğlu bunu nasıl göremez ve yaşamaya devam eder, bu şaşılacak birşey doğrusu! Ancak hayatın sarhoşluğuna kapılmışsa, yaşayabilir insan. Ayılır ayılmaz, bunun yalnız bir yanılsama, hem de aptalca bir yanılma olduğu görülmelidir.”

İşte bu noktada, en başta iktibas ettiğimiz “eski bir şark masalı”nı, masal değil bir hakikat olarak kendine uygular. “Bana istediği kadar `hayatın anlamını kavrayamazsın, düşünme, yaşa!’ desinler, bunu yapamam. Çünkü, bunu daha önce çok yaptım. Şimdi elimden gelen, geçip giden ve beni ölüme götüren geceyi seyretmektir.” Üstelik, “ejderhaları gördükten ve dayanağımı kemiren fareleri gördükten sonra balın hiçbir damlası bana tatlı gelmiyor.”

Tolstoy, sorularına insanların ulaştığı tüm bilgilerde cevap arar. Izdıraplı ve uzun bir yolculuktur bu. Boş bir merakla ve rahat bir biçimde değil, inatla gece gündüz süren bir yolculuk. Tıpkı batmakta olan bir insanın kurtuluş araması gibi.

Bilimlerin kapısını çalar önce. Cevap yoktur. Vardır da, aslında yoktur. “Ne için yaşıyorum, ne için çalışıyorum? Ya da bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyin sonucu ne olacak, bütün hayatımın sonu ne olacak?” şeklindeki sorulara bilimin vereceği cevap yoktur. “Hayatımda benim kaçınılmaz olan ölümümle yok olmayacak bir anlam var mıdır?” sorusuna da.

“Bu [tecrübî] bilimler, hayatın sorusunu düpedüz bilmezden geliyorlar ve diyorlar ki: ‘Sen nesin ve ne için yaşıyorsun sorularına bizim cevabımız yoktur. Biz bununla ilgilenmeyiz. Ama ışığın, kimyasal bileşimlerin yasalarını, cisimlerin, onların biçimlerinin kanunlarını, sayılarla kütleler arasındaki ilişkileri ve kendi zekânın kanunlarını bilmek istiyorsan, bütün bunlara açık seçik, kesin ve şüpheli yanı olmayan cevaplarımız vardır.’”

Tabiî bilimlerin bir kısmına aynı soruyu sorduğunda, ilgisiz bir sürü şey hakkında cevaplar alır: Yıldızların kimyevî bileşimi hakkında, Herkül burcunda güneşin hareketi hakkında, türler ve insan hakkında, havanın son derece küçük, gözle görülmez parçacığının biçimleri hakkında. “Ama soruma bir cevap, yani ‘Hayatımın anlamı neden ibarettir?’ sorusuna cevap, bilimin bu alanında yalnızca şuydu: ‘Sen, hayatım dediğin şeysin; sen moleküllerin zamana bağlı ve tesadüfî bir kenetlenmesisin. Bu kenetlenme bir zaman boyunca sürer, sonra moleküllerin karşılıklı etkileşimi son bulur ve senin hayatım dediğin şey son bulur. Bütün soruların son bulur.’... Böyle bir cevap besbelli benim sorumun cevabı değildir. Benim ihtiyacım, hayatımın anlamını öğrenmek...”

Sonra, felsefecilerin kapısını çalar. “Ben soruyorum, ‘Bu varlık ne için var? Var olmasının ve var olacak olmasının sonucu ne?’ Felsefe, bu soruyu cevaplandırmıyor, hattâ o da aynı soruyu soruyor. Eğer o, hakiki felsefe ise, bütün işi, zaten bu soruyu sormaktır. Görevine tam tamına sadık kalırsa, ben neyim ve bütün âlem nedir sorusuna sadece şu cevabı verir: ‘Herşey ve hiçbir şey!’ Ve ne için sorusuna da: ‘Bilmem!’ Buna göre felsefenin bu nazarî cevaplarını istediğim gibi evirip çevirip, istediğim gibi kullansam, bir cevaba benzer birşey alamam.”

Tolstoy, insanların hayat-ölüm karşısında dört türlü tavır aldıklarını görür. Birincisi “bilgisizlik çıkış yolu”dur. Hayatın bir dert olduğunu bilmemek ve kavramamak yani. Ne ejderhayı görmek, ne de tutundukları dalları kemiren fareleri. “Bu insanlardan hiçbir şey öğrenemem” der Tolstoy. “İnsan bildiği şeyi bilmeye son veremez.”

İkinci çıkış yolu Epikürcü çıkış yoludur. Yani, hayatın umutsuz olduğu bilinse de, onun sunduğu nimetleri tatmak, dolayısıyla yine ne ejderhalara, ne de farelere bakmamak. Tolstoy’un gözlemince “Bizim çevrede çoğunluk yaşama imkânını böyle buluyor... Bu insanlara da uyamazdım ben. Onların hayal gücünün duyarsızlığı bende olmadığı için, sun’î olarak da sağlayamazdım bunu. Gözlerimi, farelerden ve ejderhadan çeviremezdim.”

Üçüncü çıkış yolu, hayatı dert ve saçmalık olarak gördüğü için ona son vermeyi telkin eder. Öyle ya, eğer hayatta alınan ânlık lezzetler ardında binbir elem bırakıyorsa, olanca yüküyle insanın üstüne biniyorsa böyle bir hayat neden yaşansın ki. “Kendi içinde” tutarlıdır bu görüş. Bu yüzden “Ender tutarlı ve kuvvetli insanlar böyle hareket ediyor” der Tolstoy. Kendisi de böyle yapmak ister.

Dördüncü çıkış yolu ise zayıflık yoludur. Yani, hayatı dert ve saçmalık gördüğü halde, onu sürdürmeye son vermez. Ölümün hayattan daha iyi olduğunu bildiği halde, zayıflıklarından ötürü ölümü seçemezler... İşte, gerçekte Tolstoy bu gruptandır.

Kafasında intihar fikriyle gezerken, “Peki ama, ya henüz bilmediğim birşey varsa?” diye sorar kendi kendine. İnsanların tesiri, telkini, eğitimi altında düşündüğünü farkeder. Ve sonuçta hayatın boşluğu, anlamsızlığı fikrine saplandığını görür. “Burda bir yanlışlık var, diyordum kendi kendime. Bu yanılgı neydi, işte onu bulamıyordum.”

Anlar ki, “Ben eğer yaşamak istiyorsam, ve hayatın anlamını kavramak istiyorsam, bu anlamı, hayatın anlamını kaybetmiş ve kendini asmak isteyen insanlarda aramamalıyım.” Hele de, “akıl yoluyla elde edilen bilgi, hayatın anlamını vermiyor, hayatı dışlıyor”sa. Üstelik, “avam” diyebileceğimiz, okumamış (yani ümmî), bilgeliğe ulaşmamış, fakat sade yaşayışlarında hayatı da, ölümü de anlamlı gören insanlara baktığında, dayanması gereken şeyin “inanç” olduğunu kavrar Tolstoy.

Ki, “İnsanlığın başlangıcından itibaren hayatın olduğu her yerde, yaşama imkânını inanç veriyor ve inancın ana çizgileri her yerde hep bir ve aynı. İnancın her cevabı insanın ölümlü varlığına sonsuzluk anlamı veriyor, yani acılarla, fedakârlıklarla yok olmayan bir anlam. Bu demektir ki, yaşamanın anlamı ve imkânı yalnızca inançta bulunabilir. ...İnançsız yaşanamaz.”

“Mutlu son”a erişmiş gibi görünse de, Tolstoy’un sıkıntıları sona ermez. Çevresindeki yüksek tabakadan “dindar” insanların hayatına baktığında, onların yüzeyde dindar, gerçekte ise Epikürcü bir yaşam sürdüklerini görür. Böylesi bir hayat onu tatmin etmez. Dindar avam ise tersine, günlük işlerini, sıkıntıları, acıları “kibirli bir yokluk” olarak değil, “bir nimet” olarak görmekte; hayatın ve ölümün anlamını bilerek yaşamakta ve ölmektedir. O da bu insanların arasına karışır.

Artık ne için yaşadığını bilmektedir. Hayatın anlamının nasıl çözüleceğini de keşfemiş gibidir. “Dünya hayatı, herhangi bir iradeye göre gerçekleşmektedir. Biri, dünyanın bu hayatıyla ve bizim hayatlarımızla kendine özgü bir eser gerçekleştirmektedir. Bu iradenin anlamını kavramak ümidine sahip olalım istiyorsak, herşeyden önce onu yerine getirmek, bizden isteneni yapmak zorundayız. Eğer, benden isteneni yapmazsam, o zaman benden istenen şeyi asla kavrayamam, hele hepimizden ve bütün dünyadan isteneni daha da kavrayamam.”

Aslında, tâ başından beridir, o “Biri”ni, yani Allah’ı aramıştır Tolstoy. “Eğer ben varsam, bunun bir sebebi var ve bütün sebeplerin bir sebebi var. Ve herşeyin bu sebebi, Allah denen şeydir.” Ama nefsiyle mücadelesinde şüpheler bu gerçeği her zaman net görmesine izin vermez. “Birinin beni severek dünyaya getirdiğini kendimden saklayamam ya. Bu Birisi kim? Yine Allah.”

Şüpheler, vehimler, inanca sarılışlar, yine uzaklaşmalar... Ama sonunda kendini incelediğinde, duygularında geçenlere baktığında görür ki, “Ben yalnızca Allah’a inanınca yaşıyordum. Eskiden olduğu gibi şimdi de böyleydi: Allah’ı düşüneyim, yetiyordu, canlanıveriyordum. Onu unutayım, ona inanmayayım, o zaman hayat da yok oluyordu. Allah’ın varlığına inancı kaybettim mi, yaşamıyorum ki. Onu bulmak konusundaki muğlak umudum olmasa, hayatıma çoktan son verirdim. Ama, yaşıyorum işte. Gerçekte Onu hisseder ve Onu ararsam yaşıyorum ben.” İntihardan böylece kurtulmuş ve hayata Onun için sarılmış, “kendisini meydana getiren ve kendisinden birşeyler isteyen iradeye” inanmaya dönmüştür.

Kiliseye gider, ayinlere katılır, dua eder, dinî günleri ihya eder. Fakat soru sormaktan yorulmayan zihni; hep saf’ı, tutarlı’yı arayan duyguları birşeylere razı olmaz. Meselâ, dua eder, ama duadaki “Baba, oğul ve Kutsal Ruh’u bir birlik olarak kabul edelim” ifadesini atlamaktadır. “Zira bunlara akıl erdiremiyordum.” Sonra Hıristiyan mezheplerinin birbirini kâfir saymasına razı olamaz. Kilisenin hükümran konumuna da. Ve tam olarak emin olur ki, “bağlanmış olduğum dinin bilgisinde herşey hakikat değil. Bir zamanlar bütün din öğretisi yanlıştır demişsem, şimdi bunu söylemiyordum...ama bu bilgide de yanlışlar vardı. Bundan şüphelenmiyordum.” Böylece kendisini bizzat kutsal kitabı incelemeye verir. Vardığı sonuç şudur: “[Dinî] öğretide hakikatın var olduğu bence şüphesiz. Ama onda yalanın da varolduğu şüphesiz. Ve ben hakikatı ve yalanı bulmak ve birini ötekinden ayırmak zorundayım. İşte bu işle uğraşmaktayım şimdi…”

Tostoy’un “İtiraflar”ı burada sona eriyor. Bize ise, kıssadan hisse olarak, galiba, “itiraf ve istiğfar”da bulunmak düşüyor.

alıntı
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst