ashli
Bayan Üye
Bilimkurgu kelimesi ilk kez 1927de kullanılmış ve bu edebiyat türü teknolojik gelişmelerin bir sonucu olarak değerlendirilmiştir. Aslında bu edebiyatın kökenleri M.S. II. yüzyılın ortalarında yaşayan Lukianosun bir hikayesine kadar uzanır. Herodotos ve Homeros gibi mübalağlı anlatılarıyla ünlenmiş yazarları hicvetmek için yazdığı hikayesinde, fırtınaya tutulup aya fırlayan, aylılar ve güneşliler arasındaki savaşlara tanık olup farklı gezegenlerde yaşayanlar canlılarla tanışan bir adamın maceralarını anlatmıştı Lukianos. Astronomi ve matematiğe yaptığı katkılarıyla tanıdığımız Kepler, İngiliz papaz Baldwin ve ünlü şair Cyrano de Bergerac da aya yolculuk üzerine eğilmişlerdi.
Bilimkurguyu türleştiren en önemli isim, hiç kuşkusuz 19.yüzyılın ikinci yarısında ard arda yazdığı romanlarıyla Jules Vernedir ve 1865 yılında yayımlanan Aya Seyahat, gerçek anlamda ilk uzay romanıdır. Bir süre sonra H.G.Wells de ona katılmış ve aya yolculuk fikri insanlığın ufkuna yerleşmiştir. Lukianos, Verne ve Wellsin gerçekleşmesi imkansız gibi görünen hayallerinin çoktan aşıldığı günümüzde onların izinden giden çağdaş bilimkurgu yazarları yeni yolculuk hayalleri ile çıkıyorlar karşımıza ve insanoğlunun evreni keşfetme tutkusunun bitimsiz olduğunu kanıtlıyorlar.
İnsanoğlunun evreni keşfetme, anlamlandırma tutkusu henüz yazının keşfedilmediği ilk çağlara kadar uzanır. Anlamlandıramadıkları ya da korktukları olaylara ise doğa-üstü, fantastik yorumlar getiren atalarımız için her hikayenin gerçeklikle bir ilişkisi, her hikayenin iki yüzü vardı; hikayeler hem en ürkütücü nesne, olay ve düşüncelerin açığa çıkmasını sağlıyor, hem de dinleyiciye/okuyucuya bu korkularla yüzleşme ve böylelikle bir arınma fırsatı veriyordu.
Sonrasında efsane, mitoloji ve masallar, hatta kutsal kitaplar yüzlerce yıldır bir kültürden ötekine, bir coğrafyadan diğerine taşınırken, evrensel diyebileceğimiz bir genişlikte ortak bir fantastik bellek yarattı. Dünyanın hemen her köşesinden fışkırdığına göre insanoğlunun zihniyet dünyasının o karmaşık yapısının sırlarını çözmemiz için sağlam ipuçları barındıran bu fantastik anlatılar modern romanlar için de ilham vericiydi. Ancak yine de, geçmişteki tek tük örneklerini saymazsak eğer, Bilimkurgu edebiyatının Aydınlanma çağının ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Bilim ve teknoloji alanında elde edilen gelişmelerin; elektriğin, buharlı makinelerin, dokuma tezgahlarının, otomobillerin gündelik hayata katıldığı ve o zamana dek sürüp giden maddi manevi bütün ilişkileri alt üst ettiği Aydınlanma çağı, felsefeyi, sanat ve edebiyatı da derinden etkilemişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, ne olup bittiğini tam anlamıyla kavrayamayan insanoğlu bir yandan bilimin üstünlüğüne ve yüceliğine boyun eğip ona iman ederken, bir yandan da bilime ve onun uygulamalarına yabancılaştı; bilime ilkel bir korku içinde kavranması güç mucizeler yaratan bir araç gözüyle bakmaya başladı. İşte Jules Vernee Aya Seyahat romanını yazma düşüncesini veren tam da bu imandır.
Peki nedir bilimkurgu edebiyatı? Aslında pek çok kavram gibi bilimkurgunun tanımı üzerinde de kesin bir uzlaşma yok. Kimileri için edebilik, kimileri için kurgusallık, kimileri içinse içerdiği bilimsel öngörüler öne çıkıyor. Dar bir kalıba tıkılmak zorunda değiliz elbette, ama yine de bir tanım denemesini örnek seçebilir, bilimkurguyu geniş anlamda bilimsel -veya olası bilimsel- varsayımlara dayanan ya da var olmayan doğaüstü bir konumda yer alan olayları anlatan bir edebi tür olarak tanımlayabiliriz. Belki de pratik örneklerinden yola çıkmak ve bilimkurguyu tanımlamak için türün sık tekrarlanan konuları üzerinde durmak daha anlamlı olacak; bu durumda, zamanda veya uzayda yolculuklar, başka dünyalardan gelen canlı türleriyle girilen ilişkiler, gelecek bir zaman dilimindeki yaşantı biçimleri, gelecek bir zamandan bugüne uzanan hayali tarih yazımları en sıkça rastlanan bilimkurgusal temalar gibi görünüyorlar.
Bilim-kurgu yazarı, ya bugünün çağdaş bilim ve teknik gelişmelerini ya da bunların kısa sürede gerçekleştirecekleri sanılan etkilerini dikkate alır, bunlar olmazsa gelecekte var olacağını öne sürdüğü bir bilimsel gelişmeye dayandırır öyküsünü. Bu bilimsel gelişme ya da teknik buluş salt uydurma da olabilir, çağımızdaki bir varsayımın uzantısı da olabilir, örneğin Jules Verne, çağdaş bilim verilerine saygılıdır ve onların dışına çıkmaz pek. Öyküleri öğretici nitelikte bilimsel tanımlar ve kuramlarla doludur. Verne, aya adam gönderirken, füzenin itme gücünü, yer çekiminden kurtulması için gereken zamanı ve başka güçlükleri hesap eder...
Ütopyalar ve Bilimkurgu Edebiyatı..
Thomas More'un, 1516 yılında yayımlanan aynı adlı eserinde (De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia) türettiği ve o zamanlardan beri de olmayan yer anlamında kullanılagelen bir kelime olmuştur Ütopya. Kelime, Latince eu (iyi), ou (yok), topos (yer) kelimelerinden türetilmiştir; yani olmayan iyi yer. İlk olarak Platonun Devlet kitabında bahsedildiği kabul edilen ütopyayı, Roloff ve SeeBlen ortak hazırladıkları ve bu yazıya da ilham kaynağı olan kitaplarında, bilimsel olduğu kadar, bilim öncesi araçlarla da hayata geçirilmeye çalışılan ve bilimsel bir kuram üzerinden sonuçta pratiğe dönüşmekten başka hedefi olmayan, toplumsal-politik bir tasarım; bir proje olarak tarif ediyorlar. (Roloff- SeeBlen, 1995; 92)
Thomas Moreun meşhur ütopyasında mülkün eşit dağıtıldığı, Londranın çok uzaklarında bir adadan bahsediliyordu ve bu adada -mülk eşit olmasına rağmen- kölelik de vardı. Gerçi günümüzde, örneğin İngiliz Daily Telegraph gazetesi 22 Eylül 2006 günkü nüshasında, gelecek yıl köleliğin kaldırılmasını getiren yasanın 200. yıldönümünün anılacağı Birleşik Krallıkta, İngiltere'nin köle ticaretindeki rolünden dolayı hükümetin özür dilemesi gerektiği yönünde bir beklenti olduğundan söz ediyor ama herhalde XVI. yüzyılda kölelik karşıtı bir tavır tuhaf karşılanır hatta tepki çekerdi. Moreun ütopik adasında, kurultay ve büyük halk toplantıları dışında bir araya gelip memleket meselelerini konuşmak ölümle cezalandırılan bir suçtu ve insanlar acıma duygularının körleşmesini(!) engellemek için hayvan kesme işlerini kölelerine yaptırıyorlardı. Kaderin garip bir cilvesiyle 6 Temmuz 1535 tarihinde, Moreun kellesini kesen İngiltere kralı VIII. Henrynin kendisi değil, cellâtları olacaktı.
Moreun Ütopyasından başka, Machiavellinin Prensi (1532) ve Thomas Hobbesun Leviathanı (1651) da klasik ütopyalar arasında sayılabilir. Ancak Moreun eserine en çok yaklaşan örnek Campanellanın Güneş Ülkesidir. (1602) XVII. yüzyılda Cyrano De Bergeracın Ay Devletlerinin Gülünç Tarihi, XVIII. yüzyılda da Swiftin Gülliverin Seyahatleri ile devam eden ütopyalar XIX. yüzyıldan itibaren başka bir kimliğe bürünmeye başlamışlardı. Horkheimer ve Adornonun Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde de belirtildiği gibi, aydınlanmanın temeli olan doğayı kontrol altına alma düşüncesi bu yüzyıllarda özellikle Endüstri Devrimiyle birlikte meyvelerini vermeye başlamıştı. Fakat bu meyvelerin kuşku uyandırması gecikmedi. 17731832 yılları arasında bölümler halinde yazılan Goethenin Faustu, Aydınlanma Çağının ve bilimsel devrimlerin getirilerine kuşkuyla bakıyordu.
Aydınlanmaya karşı duyulan kuşkunun doruk noktasıysa, W. Shelleyin Frankenstein or the Modern Prometheus ya da bilinen adıyla Frankenstein (1818) adlı romanında ortaya çıkar. Söz konusu yapıtı alelade Hollywood seyircisi alışkanlıklarıyla algılayanlar için alt metni fark etmek güç olabilir ama bu romanda aydınlanma çağının temsilcisi olan Dr. Frankenstein, aslında sadece -çağının gereklerine uygun olarak- doğayı egemenlik altına alma yolundaki bilimsel çabalardan birini göstermektedir. Mezarlardan topladığı parçalarla dirilttiği ölü ise doğanın (yaratıcının!?) gazabı kimliğine bürünerek bu bilimsel çabanın cezasını verir. Aynı temelden yola çıkarak yazılan Stevensonun Dr. Jekyll ve Bay Hyde (1886) adlı romanında ise, endüstri devriminin insan ruhunda yarattığı parçalanmışlık çarpıcı biçimde gözler önüne serilmektedir.
Sonuçta aydınlanma hareketi bir bunalıma girmiştir ve aydınlanmanın klasik ve akla dayalı edebiyat anlayışını temsil eden XVIII. yüzyıldaki akım; düş gücü, fantezi ve akılla kavranamaz olanın dünyasını yansıtan, romantik akımla ve gotik edebiyatla yer değiştirir. (Roloff- SeeBlen, 1995; 3334)
XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise Gelecekçilik akımı gelecekle ilgili öngörülere yeni bir boyut katmaktadır. Teknoloji alanındaki yeniliklerin hiçbir sanatçı tarafından dikkate alınmadığının altını çizen Gelecekçiler, makinelerin insanlara mutluluk vereceği inancı üzerinde dururlar.
Burjuva devrimi özgürlük, eşitlik, kardeşlik talepleri altında feodal olmayan bütün sınıfları, aralarında köylüler ve proletarya da olmak üzere, kendi devrim tasarımının içine çekebilmiş, sonradan, burjuva iktidarının sağlamlaşmasına kadar geçen süre içinde de, daha önce yanına aldığı bu sosyal sınıflara, en azından düşüncede ortaklık yaptığı bu eski müttefiklerine karşı feodal güçlerle işbirliğine giderek, onlara ihanet etmişti; amacı bu eski yandaşlarının sömürüsü üzerine kendi iktisadi refah ve gelişmesini kurmaktı. Ütopyalar genel mutluluk vaat etmişlerdi geçmişte, oysa şimdi burjuva sınıfının özel mutluluğu temellendiriliyor, küçük burjuva, proletarya ve köylü sınıfı genel sefalete doğru sürükleniyordu... Makinelerin insandan emek olarak koparıp aldığı şeyi, ona mutluluk olarak iade etmeleri gerekmekteydi... (Roloff- SeeBlen, 1995; 98)
Ama 1909 yılında çıkan, makinelerle birlikte geleceğe umutla yürüyen bu burjuva akımı, I. Dünya Savaşının hüsranı ile karşılaştı, ardından da totaliter rejimlerin elinde oyuncak oldu. Savaşı takip eden yıllarda Almanya, Hitler ve Nazizmle, Gelecekçilikin çıkış yeri ve kalesi olan İtalya Mussoliniyle, Rusya ise Stalinle tanıştı. Bu totaliter sistemler, 1818 yılında Dr. Frankenstein ile ilk meyvelerini veren eğilimin, 1924 yılında Zamyatinin Biz, 1932 yılında Huxleyin Cesur Yeni Dünya ve 1949 yılında da George Orwellin 1984 adlı romanlarının yayımlanmasıyla, adının konulmasına neden oldu: Distopya.
Sanılmasın ki anti-ütopya yirminci yüzyıla özgü, teknolojiyle malûl, savaş yorgunu karamsar beyinlerin ürünüdür, yalnızca. Ya da 'Arcadia düşleri'yle, cennetin bahçeleriyle süslü edebi ve artistik bir geleneğin reddiyesidir; Platon'dan More'a, Bacon'a; Campanella'dan Hegel'e, Marks'a kadar gelen içkin bir totalitarizme karşı koyuştur. Anti-ütopya bir kopuştan ziyade kendisinin farkında olan ütopyanın namuslu olmaya karar vermesidir. (Alkan, 1999)
Bilimkurgu Edebiyatı
Gazeteci Hugo Gernsback tarafından, ilk kez 1926 yılında kullanılan bilimkurgu kavramı, Thema Larousseda ...çağdaş bilginin en cüretkar ve en marjinal varsayımlarından hareketle, teknik ve sosyal geleceği önceden haber verme yolu... olarak tanımlanıyor. Roloff ve SeeBlene göreyse bilimkurgu, ütopik edebiyat ile gotik fantezinin kaynaşmasından oluşmuştur. (Roloff- SeeBlen, 1995; 40)
Ünsal Oskaya göre bilimkurgu edebiyatının ilk örneği Goethenin Faustudur. (Oskay, 2002) Öte yandan tartışmalı da olsa birçoklarına göre Edgar Allan Poe, bilimkurgunun babası sayılır. (Nemli, 1999; 4042) Ancak bilimkurgu romanının öncü sayılabilecek en büyük yazarları kuşkusuz Dünyanın Merkezine Seyahat (Voyage au centre de la Terre1864), Aya Seyahat (De la Terre a la Lune 1865) ve Denizler Altında Yirmi Bin Fersah (Vingt Mille Lieues sous les mers1870) gibi romanlarıyla Jules Verne ile Zaman Makinesi (The Time Machine1895), Görünmez Adam (The Invisible Man1897) gibi yapıtlarıyla Herbert George Wellsdir.
Wells her ne kadar, bir bilimkurgu yazarıysa da, roman ve öykülerinde bilimin nasıl kullanıldığı sorunuyla uğraşmaz. Örneğin Wells, Ay yolculuğunun teknik sorununu yer çekiminden arındırılmış madenden üretilen bir küre ile ayaküstü halleder. Çünkü derdi, teknolojinin gelecekteki ürünlerini tahmin etmek değil, geleceğin toplumsal hayatı üzerine düşünceler üretmektir. Bu anlamda teknolojinin kendisini değil, teknolojiyi üreten toplumun sorunlarıyla uğraşan Wells, yaşadığı dönemlerde daha aydın bir kesime hitap etmiştir. Öte yandan Wells, romanlarında teknoloji hakkında karamsar bir tablo da çizmez. O, bilimkurgunun distopik tarafına uzaktır. (Roloff- SeeBlen, 1995: 34)
Vernede ise kahramanlar teknolojiye duyulan hayranlığın açıkça etkisi altındadırlar. Bu eğilimi Oskay şu şekilde açıklar: Burjuva o sırada iktisadi hayata hâkim ama görgü açısından daha rafine olmuş değil. Jules Verne burjuvanın nasıl sara nöbeti geçirir gibi kafayı tabiatı fethetmeye taktığını da anlatır. (Oskay, 2002) Gerçekten de Vernein romanlarındaki kahramanlar teknolojiyi, Aya gitmek ya da dünyanın merkezine ulaşmak gibi amaçlar için kullanır. Ancak Vernein romanlarındaki olumlu kahraman, teknolojinin hayatında olması gerektiği yeri bilir. Teknoloji onun için incelemenin ve araştırmanın aracıdır, Buna karşın serseri ruhlu çılgın bilim adamları da teknoloji fetişistlikleri yüzünden gitgide değişerek, bambaşka kimliklere bürünüp birer canavar haline gelebilirler. (Roloff- SeeBlen, 1995: 37)
XIX. yüzyılın sonuna doğru, nasıl geçmişteki bir aşamada ütopyadan distopya doğmuşsa, bilimkurgunun tasarım ve projelerindeki gelecek inancından da bir kuşku ortamı doğdu. Örneğin Stevensonun yazdığı 1886 tarihli Dr. Jekyll ve Bay Hyde adlı romanında 1880deki büyük ekonomik kriz etkili olmuştu. Böylece yavaş yavaş Wellsin gelecek hakkındaki pozitif görüşleri bilimkurgu edebiyatından çekilmeye başladı. Ancak Wellsin bakış açısına oldukça benzeyen bir bakış açısının, Jack Londonun Demir Ökçe (The Iron Heel1907) adlı romanında görüldüğü söylenebilir. London XXVI. yüzyılda geçen bu romanda, XX. yüzyıl başında devrimci Ernest Everheardın yaşamöyküsünü basan Anthony Meredith adlı yayıncının kitaba düştüğü dipnotlar yardımı ile geleceğin, devrimler sonucunda nasıl mutlu bir şekilde kurulduğunu anlatıyordu.
Bu noktada bir ayrımdan söz etmek gerekir. Bilimkurgu edebiyatı en çok fantastik edebiyat ile karıştırılmaktadır. Bunun temelindeyse her iki türün olmayan mekânlar, toplumlar ya da yaratıklardan bahsetmesi yatar. Ancak fantastik edebiyattaki cinler, periler, cüceler, devler, bilimkurgu türünde uzay gemileri, başka dünyalardaki inanılmaz yaratıklar, teknik olağanüstü buluşlarla yer değiştirir. Bu anlamda bilimkurguda daima bilimsel diyebileceğimiz türden bir gerekçe bulma kaygısı vardır. (Türk Dili, 1973: 334)
Bilimkurgunun üzerinde durduğu önemli bir konu da teknolojinin gelişimi ve yeni makinelerdir. Capekin başkaldıran robotlarından² Asimovun mantıksal çelişkilerle boğuşan uslu robotlarına kadar, en iyi niyetlilerinin bile insan için zararlı olabileceği önermesi, bu tür romanların genel eğilimini oluşturur. Robotların temel konuyu oluşturduğu öyküler, ilerde daha genişler ve sahneye siborg (yarı insan yarı makine yaratıklar) veya android (insanın hem görünüş hem de davranış olarak tam bir kopyası olan makineler) gibi, yeni robot torunları çıkar. Bilimkurgunun muhafazakârlığı su götürmeyen örneklerinde, makinelere yöneltilen eleştiri, kitleye yöneltilen eleştiriyle birleşerek, karşımıza çıkar; makinenin insanı kendine köle edebileceği korkusu, çok daha derinlerdeki bir korkuyu, makinelerin burjuva sınıfının varlığını tehlikeye düşürecek insan kesimini özgürlüğüne kavuşturabileceği korkusunu örter. Ancak robotlarla beslenen öyküler, bilimkurgu türünün aynı zamanda ayağı en yere basmış, en güvenilir tahminleri sunan öyküleridir de. (Roloff- SeeBlen, 1995: 320)
İnsanlığın gelecekteki durumu bir diğer önemli bilimkurgu temasıdır. Bu tür, temelde tabii ki ütopik edebiyata dayanır. Çünkü tekil anlamda teknolojik bir gelişmeyi (örneğin zaman makinesi) ya da bir yaratık istilasını öykünün temeline oturtmaktan çok, gelecekteki muhtemel sosyal yapıyı inceler. Isaac Asimov ve Robert Heinleinin bu türde romanları vardır. En ilginçlerinden biri Philip K. Dickin, Yüksek Şatodaki Adam (The Man in High Castle1974) adlı romanıdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki bilimkurgu edebiyatındaki genel eğilim, gelecek için kötü bir tablo çizme yönündedir ve bu yüzden bilimkurgusal yazın, gerçekten kaçmakla suçlansa da, içinde yaşadığımız gerçeği, bazen gerçekçi kitaplardan çok daha tüyler ürpertici bir şekilde yüzümüze vurur. (Yücel, 1999) Ancak bu distopyan bakış açısı Mutlu altın çağın geride kaldığını, yaşanılan toplumda artık böyle bir şeyin mümkün olmadığını savunup, bizi aslında var olan sisteme, ana rahmine hapsetmeye, bizi sıradan bir reklâm yazarı, akademisyen yapmaya... da çalışabilir. (Oskay, 2002) Öyleyse okuma serüvenine ütopik bir çıkış aramak isteyen meraklılara tavsiyemiz, türün örneklerini alt metinleri dikkate alarak ve kendi bütünlüğünün dışındaki faktörleri de göz önünde bulundurarak okumaları olabilir.
Distopyalar ütopyalardaki iyimser tablonun mümkün olmadığını, insanın doğasından gelen bir kötülük güdüsüne sahip olduğunu savunur. Bu yüzden insanların mutlu bir düzen kuramayacağı, bu yöndeki çabaların karanlık diktatörlüklerle son bulacağı iddiasındadır. Her ne kadar Türkçede anti-ütopya deniliyorsa da yanlıştır, distopya daha doğru bir terimdir; çünkü distopya, ütopyanın karşıtı değildir. (Biryıldız, 2002)
Robot kelimesi ilk kez Çek oyun yazarı Karel Capekin 1920 yılında sahnelenen Rossums Universal Robots adlı oyununda kullanılmıştır. Çekçe sürekli çalışan anlamındaki robota sözcüğünden türetilen ve bu kullanımıyla da otomatik ve tekdüze işleri yapan makineler için söylenen sözcük günümüzde evrensel bir kullanıma sahiptir.
Bilimkurguyu türleştiren en önemli isim, hiç kuşkusuz 19.yüzyılın ikinci yarısında ard arda yazdığı romanlarıyla Jules Vernedir ve 1865 yılında yayımlanan Aya Seyahat, gerçek anlamda ilk uzay romanıdır. Bir süre sonra H.G.Wells de ona katılmış ve aya yolculuk fikri insanlığın ufkuna yerleşmiştir. Lukianos, Verne ve Wellsin gerçekleşmesi imkansız gibi görünen hayallerinin çoktan aşıldığı günümüzde onların izinden giden çağdaş bilimkurgu yazarları yeni yolculuk hayalleri ile çıkıyorlar karşımıza ve insanoğlunun evreni keşfetme tutkusunun bitimsiz olduğunu kanıtlıyorlar.
İnsanoğlunun evreni keşfetme, anlamlandırma tutkusu henüz yazının keşfedilmediği ilk çağlara kadar uzanır. Anlamlandıramadıkları ya da korktukları olaylara ise doğa-üstü, fantastik yorumlar getiren atalarımız için her hikayenin gerçeklikle bir ilişkisi, her hikayenin iki yüzü vardı; hikayeler hem en ürkütücü nesne, olay ve düşüncelerin açığa çıkmasını sağlıyor, hem de dinleyiciye/okuyucuya bu korkularla yüzleşme ve böylelikle bir arınma fırsatı veriyordu.
Sonrasında efsane, mitoloji ve masallar, hatta kutsal kitaplar yüzlerce yıldır bir kültürden ötekine, bir coğrafyadan diğerine taşınırken, evrensel diyebileceğimiz bir genişlikte ortak bir fantastik bellek yarattı. Dünyanın hemen her köşesinden fışkırdığına göre insanoğlunun zihniyet dünyasının o karmaşık yapısının sırlarını çözmemiz için sağlam ipuçları barındıran bu fantastik anlatılar modern romanlar için de ilham vericiydi. Ancak yine de, geçmişteki tek tük örneklerini saymazsak eğer, Bilimkurgu edebiyatının Aydınlanma çağının ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Bilim ve teknoloji alanında elde edilen gelişmelerin; elektriğin, buharlı makinelerin, dokuma tezgahlarının, otomobillerin gündelik hayata katıldığı ve o zamana dek sürüp giden maddi manevi bütün ilişkileri alt üst ettiği Aydınlanma çağı, felsefeyi, sanat ve edebiyatı da derinden etkilemişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, ne olup bittiğini tam anlamıyla kavrayamayan insanoğlu bir yandan bilimin üstünlüğüne ve yüceliğine boyun eğip ona iman ederken, bir yandan da bilime ve onun uygulamalarına yabancılaştı; bilime ilkel bir korku içinde kavranması güç mucizeler yaratan bir araç gözüyle bakmaya başladı. İşte Jules Vernee Aya Seyahat romanını yazma düşüncesini veren tam da bu imandır.
Peki nedir bilimkurgu edebiyatı? Aslında pek çok kavram gibi bilimkurgunun tanımı üzerinde de kesin bir uzlaşma yok. Kimileri için edebilik, kimileri için kurgusallık, kimileri içinse içerdiği bilimsel öngörüler öne çıkıyor. Dar bir kalıba tıkılmak zorunda değiliz elbette, ama yine de bir tanım denemesini örnek seçebilir, bilimkurguyu geniş anlamda bilimsel -veya olası bilimsel- varsayımlara dayanan ya da var olmayan doğaüstü bir konumda yer alan olayları anlatan bir edebi tür olarak tanımlayabiliriz. Belki de pratik örneklerinden yola çıkmak ve bilimkurguyu tanımlamak için türün sık tekrarlanan konuları üzerinde durmak daha anlamlı olacak; bu durumda, zamanda veya uzayda yolculuklar, başka dünyalardan gelen canlı türleriyle girilen ilişkiler, gelecek bir zaman dilimindeki yaşantı biçimleri, gelecek bir zamandan bugüne uzanan hayali tarih yazımları en sıkça rastlanan bilimkurgusal temalar gibi görünüyorlar.
Bilim-kurgu yazarı, ya bugünün çağdaş bilim ve teknik gelişmelerini ya da bunların kısa sürede gerçekleştirecekleri sanılan etkilerini dikkate alır, bunlar olmazsa gelecekte var olacağını öne sürdüğü bir bilimsel gelişmeye dayandırır öyküsünü. Bu bilimsel gelişme ya da teknik buluş salt uydurma da olabilir, çağımızdaki bir varsayımın uzantısı da olabilir, örneğin Jules Verne, çağdaş bilim verilerine saygılıdır ve onların dışına çıkmaz pek. Öyküleri öğretici nitelikte bilimsel tanımlar ve kuramlarla doludur. Verne, aya adam gönderirken, füzenin itme gücünü, yer çekiminden kurtulması için gereken zamanı ve başka güçlükleri hesap eder...
Ütopyalar ve Bilimkurgu Edebiyatı..
Thomas More'un, 1516 yılında yayımlanan aynı adlı eserinde (De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia) türettiği ve o zamanlardan beri de olmayan yer anlamında kullanılagelen bir kelime olmuştur Ütopya. Kelime, Latince eu (iyi), ou (yok), topos (yer) kelimelerinden türetilmiştir; yani olmayan iyi yer. İlk olarak Platonun Devlet kitabında bahsedildiği kabul edilen ütopyayı, Roloff ve SeeBlen ortak hazırladıkları ve bu yazıya da ilham kaynağı olan kitaplarında, bilimsel olduğu kadar, bilim öncesi araçlarla da hayata geçirilmeye çalışılan ve bilimsel bir kuram üzerinden sonuçta pratiğe dönüşmekten başka hedefi olmayan, toplumsal-politik bir tasarım; bir proje olarak tarif ediyorlar. (Roloff- SeeBlen, 1995; 92)
Thomas Moreun meşhur ütopyasında mülkün eşit dağıtıldığı, Londranın çok uzaklarında bir adadan bahsediliyordu ve bu adada -mülk eşit olmasına rağmen- kölelik de vardı. Gerçi günümüzde, örneğin İngiliz Daily Telegraph gazetesi 22 Eylül 2006 günkü nüshasında, gelecek yıl köleliğin kaldırılmasını getiren yasanın 200. yıldönümünün anılacağı Birleşik Krallıkta, İngiltere'nin köle ticaretindeki rolünden dolayı hükümetin özür dilemesi gerektiği yönünde bir beklenti olduğundan söz ediyor ama herhalde XVI. yüzyılda kölelik karşıtı bir tavır tuhaf karşılanır hatta tepki çekerdi. Moreun ütopik adasında, kurultay ve büyük halk toplantıları dışında bir araya gelip memleket meselelerini konuşmak ölümle cezalandırılan bir suçtu ve insanlar acıma duygularının körleşmesini(!) engellemek için hayvan kesme işlerini kölelerine yaptırıyorlardı. Kaderin garip bir cilvesiyle 6 Temmuz 1535 tarihinde, Moreun kellesini kesen İngiltere kralı VIII. Henrynin kendisi değil, cellâtları olacaktı.
Moreun Ütopyasından başka, Machiavellinin Prensi (1532) ve Thomas Hobbesun Leviathanı (1651) da klasik ütopyalar arasında sayılabilir. Ancak Moreun eserine en çok yaklaşan örnek Campanellanın Güneş Ülkesidir. (1602) XVII. yüzyılda Cyrano De Bergeracın Ay Devletlerinin Gülünç Tarihi, XVIII. yüzyılda da Swiftin Gülliverin Seyahatleri ile devam eden ütopyalar XIX. yüzyıldan itibaren başka bir kimliğe bürünmeye başlamışlardı. Horkheimer ve Adornonun Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde de belirtildiği gibi, aydınlanmanın temeli olan doğayı kontrol altına alma düşüncesi bu yüzyıllarda özellikle Endüstri Devrimiyle birlikte meyvelerini vermeye başlamıştı. Fakat bu meyvelerin kuşku uyandırması gecikmedi. 17731832 yılları arasında bölümler halinde yazılan Goethenin Faustu, Aydınlanma Çağının ve bilimsel devrimlerin getirilerine kuşkuyla bakıyordu.
Aydınlanmaya karşı duyulan kuşkunun doruk noktasıysa, W. Shelleyin Frankenstein or the Modern Prometheus ya da bilinen adıyla Frankenstein (1818) adlı romanında ortaya çıkar. Söz konusu yapıtı alelade Hollywood seyircisi alışkanlıklarıyla algılayanlar için alt metni fark etmek güç olabilir ama bu romanda aydınlanma çağının temsilcisi olan Dr. Frankenstein, aslında sadece -çağının gereklerine uygun olarak- doğayı egemenlik altına alma yolundaki bilimsel çabalardan birini göstermektedir. Mezarlardan topladığı parçalarla dirilttiği ölü ise doğanın (yaratıcının!?) gazabı kimliğine bürünerek bu bilimsel çabanın cezasını verir. Aynı temelden yola çıkarak yazılan Stevensonun Dr. Jekyll ve Bay Hyde (1886) adlı romanında ise, endüstri devriminin insan ruhunda yarattığı parçalanmışlık çarpıcı biçimde gözler önüne serilmektedir.
Sonuçta aydınlanma hareketi bir bunalıma girmiştir ve aydınlanmanın klasik ve akla dayalı edebiyat anlayışını temsil eden XVIII. yüzyıldaki akım; düş gücü, fantezi ve akılla kavranamaz olanın dünyasını yansıtan, romantik akımla ve gotik edebiyatla yer değiştirir. (Roloff- SeeBlen, 1995; 3334)
XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise Gelecekçilik akımı gelecekle ilgili öngörülere yeni bir boyut katmaktadır. Teknoloji alanındaki yeniliklerin hiçbir sanatçı tarafından dikkate alınmadığının altını çizen Gelecekçiler, makinelerin insanlara mutluluk vereceği inancı üzerinde dururlar.
Burjuva devrimi özgürlük, eşitlik, kardeşlik talepleri altında feodal olmayan bütün sınıfları, aralarında köylüler ve proletarya da olmak üzere, kendi devrim tasarımının içine çekebilmiş, sonradan, burjuva iktidarının sağlamlaşmasına kadar geçen süre içinde de, daha önce yanına aldığı bu sosyal sınıflara, en azından düşüncede ortaklık yaptığı bu eski müttefiklerine karşı feodal güçlerle işbirliğine giderek, onlara ihanet etmişti; amacı bu eski yandaşlarının sömürüsü üzerine kendi iktisadi refah ve gelişmesini kurmaktı. Ütopyalar genel mutluluk vaat etmişlerdi geçmişte, oysa şimdi burjuva sınıfının özel mutluluğu temellendiriliyor, küçük burjuva, proletarya ve köylü sınıfı genel sefalete doğru sürükleniyordu... Makinelerin insandan emek olarak koparıp aldığı şeyi, ona mutluluk olarak iade etmeleri gerekmekteydi... (Roloff- SeeBlen, 1995; 98)
Ama 1909 yılında çıkan, makinelerle birlikte geleceğe umutla yürüyen bu burjuva akımı, I. Dünya Savaşının hüsranı ile karşılaştı, ardından da totaliter rejimlerin elinde oyuncak oldu. Savaşı takip eden yıllarda Almanya, Hitler ve Nazizmle, Gelecekçilikin çıkış yeri ve kalesi olan İtalya Mussoliniyle, Rusya ise Stalinle tanıştı. Bu totaliter sistemler, 1818 yılında Dr. Frankenstein ile ilk meyvelerini veren eğilimin, 1924 yılında Zamyatinin Biz, 1932 yılında Huxleyin Cesur Yeni Dünya ve 1949 yılında da George Orwellin 1984 adlı romanlarının yayımlanmasıyla, adının konulmasına neden oldu: Distopya.
Sanılmasın ki anti-ütopya yirminci yüzyıla özgü, teknolojiyle malûl, savaş yorgunu karamsar beyinlerin ürünüdür, yalnızca. Ya da 'Arcadia düşleri'yle, cennetin bahçeleriyle süslü edebi ve artistik bir geleneğin reddiyesidir; Platon'dan More'a, Bacon'a; Campanella'dan Hegel'e, Marks'a kadar gelen içkin bir totalitarizme karşı koyuştur. Anti-ütopya bir kopuştan ziyade kendisinin farkında olan ütopyanın namuslu olmaya karar vermesidir. (Alkan, 1999)
Bilimkurgu Edebiyatı
Gazeteci Hugo Gernsback tarafından, ilk kez 1926 yılında kullanılan bilimkurgu kavramı, Thema Larousseda ...çağdaş bilginin en cüretkar ve en marjinal varsayımlarından hareketle, teknik ve sosyal geleceği önceden haber verme yolu... olarak tanımlanıyor. Roloff ve SeeBlene göreyse bilimkurgu, ütopik edebiyat ile gotik fantezinin kaynaşmasından oluşmuştur. (Roloff- SeeBlen, 1995; 40)
Ünsal Oskaya göre bilimkurgu edebiyatının ilk örneği Goethenin Faustudur. (Oskay, 2002) Öte yandan tartışmalı da olsa birçoklarına göre Edgar Allan Poe, bilimkurgunun babası sayılır. (Nemli, 1999; 4042) Ancak bilimkurgu romanının öncü sayılabilecek en büyük yazarları kuşkusuz Dünyanın Merkezine Seyahat (Voyage au centre de la Terre1864), Aya Seyahat (De la Terre a la Lune 1865) ve Denizler Altında Yirmi Bin Fersah (Vingt Mille Lieues sous les mers1870) gibi romanlarıyla Jules Verne ile Zaman Makinesi (The Time Machine1895), Görünmez Adam (The Invisible Man1897) gibi yapıtlarıyla Herbert George Wellsdir.
Wells her ne kadar, bir bilimkurgu yazarıysa da, roman ve öykülerinde bilimin nasıl kullanıldığı sorunuyla uğraşmaz. Örneğin Wells, Ay yolculuğunun teknik sorununu yer çekiminden arındırılmış madenden üretilen bir küre ile ayaküstü halleder. Çünkü derdi, teknolojinin gelecekteki ürünlerini tahmin etmek değil, geleceğin toplumsal hayatı üzerine düşünceler üretmektir. Bu anlamda teknolojinin kendisini değil, teknolojiyi üreten toplumun sorunlarıyla uğraşan Wells, yaşadığı dönemlerde daha aydın bir kesime hitap etmiştir. Öte yandan Wells, romanlarında teknoloji hakkında karamsar bir tablo da çizmez. O, bilimkurgunun distopik tarafına uzaktır. (Roloff- SeeBlen, 1995: 34)
Vernede ise kahramanlar teknolojiye duyulan hayranlığın açıkça etkisi altındadırlar. Bu eğilimi Oskay şu şekilde açıklar: Burjuva o sırada iktisadi hayata hâkim ama görgü açısından daha rafine olmuş değil. Jules Verne burjuvanın nasıl sara nöbeti geçirir gibi kafayı tabiatı fethetmeye taktığını da anlatır. (Oskay, 2002) Gerçekten de Vernein romanlarındaki kahramanlar teknolojiyi, Aya gitmek ya da dünyanın merkezine ulaşmak gibi amaçlar için kullanır. Ancak Vernein romanlarındaki olumlu kahraman, teknolojinin hayatında olması gerektiği yeri bilir. Teknoloji onun için incelemenin ve araştırmanın aracıdır, Buna karşın serseri ruhlu çılgın bilim adamları da teknoloji fetişistlikleri yüzünden gitgide değişerek, bambaşka kimliklere bürünüp birer canavar haline gelebilirler. (Roloff- SeeBlen, 1995: 37)
XIX. yüzyılın sonuna doğru, nasıl geçmişteki bir aşamada ütopyadan distopya doğmuşsa, bilimkurgunun tasarım ve projelerindeki gelecek inancından da bir kuşku ortamı doğdu. Örneğin Stevensonun yazdığı 1886 tarihli Dr. Jekyll ve Bay Hyde adlı romanında 1880deki büyük ekonomik kriz etkili olmuştu. Böylece yavaş yavaş Wellsin gelecek hakkındaki pozitif görüşleri bilimkurgu edebiyatından çekilmeye başladı. Ancak Wellsin bakış açısına oldukça benzeyen bir bakış açısının, Jack Londonun Demir Ökçe (The Iron Heel1907) adlı romanında görüldüğü söylenebilir. London XXVI. yüzyılda geçen bu romanda, XX. yüzyıl başında devrimci Ernest Everheardın yaşamöyküsünü basan Anthony Meredith adlı yayıncının kitaba düştüğü dipnotlar yardımı ile geleceğin, devrimler sonucunda nasıl mutlu bir şekilde kurulduğunu anlatıyordu.
Bu noktada bir ayrımdan söz etmek gerekir. Bilimkurgu edebiyatı en çok fantastik edebiyat ile karıştırılmaktadır. Bunun temelindeyse her iki türün olmayan mekânlar, toplumlar ya da yaratıklardan bahsetmesi yatar. Ancak fantastik edebiyattaki cinler, periler, cüceler, devler, bilimkurgu türünde uzay gemileri, başka dünyalardaki inanılmaz yaratıklar, teknik olağanüstü buluşlarla yer değiştirir. Bu anlamda bilimkurguda daima bilimsel diyebileceğimiz türden bir gerekçe bulma kaygısı vardır. (Türk Dili, 1973: 334)
Bilimkurgunun üzerinde durduğu önemli bir konu da teknolojinin gelişimi ve yeni makinelerdir. Capekin başkaldıran robotlarından² Asimovun mantıksal çelişkilerle boğuşan uslu robotlarına kadar, en iyi niyetlilerinin bile insan için zararlı olabileceği önermesi, bu tür romanların genel eğilimini oluşturur. Robotların temel konuyu oluşturduğu öyküler, ilerde daha genişler ve sahneye siborg (yarı insan yarı makine yaratıklar) veya android (insanın hem görünüş hem de davranış olarak tam bir kopyası olan makineler) gibi, yeni robot torunları çıkar. Bilimkurgunun muhafazakârlığı su götürmeyen örneklerinde, makinelere yöneltilen eleştiri, kitleye yöneltilen eleştiriyle birleşerek, karşımıza çıkar; makinenin insanı kendine köle edebileceği korkusu, çok daha derinlerdeki bir korkuyu, makinelerin burjuva sınıfının varlığını tehlikeye düşürecek insan kesimini özgürlüğüne kavuşturabileceği korkusunu örter. Ancak robotlarla beslenen öyküler, bilimkurgu türünün aynı zamanda ayağı en yere basmış, en güvenilir tahminleri sunan öyküleridir de. (Roloff- SeeBlen, 1995: 320)
İnsanlığın gelecekteki durumu bir diğer önemli bilimkurgu temasıdır. Bu tür, temelde tabii ki ütopik edebiyata dayanır. Çünkü tekil anlamda teknolojik bir gelişmeyi (örneğin zaman makinesi) ya da bir yaratık istilasını öykünün temeline oturtmaktan çok, gelecekteki muhtemel sosyal yapıyı inceler. Isaac Asimov ve Robert Heinleinin bu türde romanları vardır. En ilginçlerinden biri Philip K. Dickin, Yüksek Şatodaki Adam (The Man in High Castle1974) adlı romanıdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki bilimkurgu edebiyatındaki genel eğilim, gelecek için kötü bir tablo çizme yönündedir ve bu yüzden bilimkurgusal yazın, gerçekten kaçmakla suçlansa da, içinde yaşadığımız gerçeği, bazen gerçekçi kitaplardan çok daha tüyler ürpertici bir şekilde yüzümüze vurur. (Yücel, 1999) Ancak bu distopyan bakış açısı Mutlu altın çağın geride kaldığını, yaşanılan toplumda artık böyle bir şeyin mümkün olmadığını savunup, bizi aslında var olan sisteme, ana rahmine hapsetmeye, bizi sıradan bir reklâm yazarı, akademisyen yapmaya... da çalışabilir. (Oskay, 2002) Öyleyse okuma serüvenine ütopik bir çıkış aramak isteyen meraklılara tavsiyemiz, türün örneklerini alt metinleri dikkate alarak ve kendi bütünlüğünün dışındaki faktörleri de göz önünde bulundurarak okumaları olabilir.
Distopyalar ütopyalardaki iyimser tablonun mümkün olmadığını, insanın doğasından gelen bir kötülük güdüsüne sahip olduğunu savunur. Bu yüzden insanların mutlu bir düzen kuramayacağı, bu yöndeki çabaların karanlık diktatörlüklerle son bulacağı iddiasındadır. Her ne kadar Türkçede anti-ütopya deniliyorsa da yanlıştır, distopya daha doğru bir terimdir; çünkü distopya, ütopyanın karşıtı değildir. (Biryıldız, 2002)
Robot kelimesi ilk kez Çek oyun yazarı Karel Capekin 1920 yılında sahnelenen Rossums Universal Robots adlı oyununda kullanılmıştır. Çekçe sürekli çalışan anlamındaki robota sözcüğünden türetilen ve bu kullanımıyla da otomatik ve tekdüze işleri yapan makineler için söylenen sözcük günümüzde evrensel bir kullanıma sahiptir.