Bilimkurgu Edebiyatı

ashli

Bayan Üye
Bilimkurgu kelimesi ilk kez 1927’de kullanılmış ve bu edebiyat türü teknolojik gelişmelerin bir sonucu olarak değerlendirilmiştir. Aslında bu edebiyatın kökenleri M.S. II. yüzyılın ortalarında yaşayan Lukianos’un bir hikayesine kadar uzanır. Herodotos ve Homeros gibi mübalağlı anlatılarıyla ünlenmiş yazarları hicvetmek için yazdığı hikayesinde, fırtınaya tutulup aya fırlayan, aylılar ve güneşliler arasındaki savaşlara tanık olup farklı gezegenlerde yaşayanlar canlılarla tanışan bir adamın maceralarını anlatmıştı Lukianos. Astronomi ve matematiğe yaptığı katkılarıyla tanıdığımız Kepler, İngiliz papaz Baldwin ve ünlü şair Cyrano de Bergerac da aya yolculuk üzerine eğilmişlerdi.

Bilimkurguyu türleştiren en önemli isim, hiç kuşkusuz 19.yüzyılın ikinci yarısında ard arda yazdığı romanlarıyla Jules Verne’dir ve 1865 yılında yayımlanan ”Aya Seyahat”, gerçek anlamda ilk uzay romanıdır. Bir süre sonra H.G.Wells de ona katılmış ve aya yolculuk fikri insanlığın ufkuna yerleşmiştir. Lukianos, Verne ve Wells’in gerçekleşmesi imkansız gibi görünen hayallerinin çoktan aşıldığı günümüzde onların izinden giden çağdaş bilimkurgu yazarları yeni yolculuk hayalleri ile çıkıyorlar karşımıza ve insanoğlunun evreni keşfetme tutkusunun bitimsiz olduğunu kanıtlıyorlar.
İnsanoğlunun evreni keşfetme, anlamlandırma tutkusu henüz yazının keşfedilmediği ilk çağlara kadar uzanır. Anlamlandıramadıkları ya da korktukları olaylara ise doğa-üstü, fantastik yorumlar getiren atalarımız için her hikayenin gerçeklikle bir ilişkisi, her hikayenin iki yüzü vardı; hikayeler hem en ürkütücü nesne, olay ve düşüncelerin açığa çıkmasını sağlıyor, hem de dinleyiciye/okuyucuya bu korkularla yüzleşme ve böylelikle bir arınma fırsatı veriyordu.

Sonrasında efsane, mitoloji ve masallar, hatta kutsal kitaplar yüzlerce yıldır bir kültürden ötekine, bir coğrafyadan diğerine taşınırken, evrensel diyebileceğimiz bir genişlikte ortak bir fantastik bellek yarattı. Dünyanın hemen her köşesinden fışkırdığına göre insanoğlunun zihniyet dünyasının o karmaşık yapısının sırlarını çözmemiz için sağlam ipuçları barındıran bu fantastik anlatılar modern romanlar için de ilham vericiydi. Ancak yine de, geçmişteki tek tük örneklerini saymazsak eğer, Bilimkurgu edebiyatının Aydınlanma çağının ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Bilim ve teknoloji alanında elde edilen gelişmelerin; elektriğin, buharlı makinelerin, dokuma tezgahlarının, otomobillerin gündelik hayata katıldığı ve o zamana dek sürüp giden maddi manevi bütün ilişkileri alt üst ettiği Aydınlanma çağı, felsefeyi, sanat ve edebiyatı da derinden etkilemişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, ne olup bittiğini tam anlamıyla kavrayamayan insanoğlu bir yandan bilimin üstünlüğüne ve yüceliğine boyun eğip ona “iman” ederken, bir yandan da bilime ve onun uygulamalarına yabancılaştı; “bilime ilkel bir korku içinde kavranması güç mucizeler yaratan bir araç gözüyle bakmaya başladı”. İşte Jules Verne’e “Aya Seyahat” romanını yazma düşüncesini veren tam da bu imandır.

Peki nedir “bilimkurgu” edebiyatı? Aslında pek çok kavram gibi “bilimkurgu”nun tanımı üzerinde de kesin bir uzlaşma yok. Kimileri için edebilik, kimileri için kurgusallık, kimileri içinse içerdiği bilimsel öngörüler öne çıkıyor. Dar bir kalıba tıkılmak zorunda değiliz elbette, ama yine de bir tanım denemesini örnek seçebilir, bilimkurguyu “geniş anlamda bilimsel -veya olası bilimsel- varsayımlara dayanan ya da var olmayan doğaüstü bir konumda yer alan olayları anlatan” bir edebi tür olarak tanımlayabiliriz. Belki de pratik örneklerinden yola çıkmak ve bilimkurguyu tanımlamak için türün sık tekrarlanan konuları üzerinde durmak daha anlamlı olacak; bu durumda, zamanda veya uzayda yolculuklar, başka dünyalardan gelen canlı türleriyle girilen ilişkiler, gelecek bir zaman dilimindeki yaşantı biçimleri, gelecek bir zamandan bugüne uzanan hayali tarih yazımları en sıkça rastlanan bilimkurgusal temalar gibi görünüyorlar.

“Bilim-kurgu yazarı, ya bugünün çağdaş bilim ve teknik gelişmelerini ya da bunların kısa sürede gerçekleştirecekleri sanılan etkilerini dikkate alır, bunlar olmazsa gelecekte var olacağını öne sürdüğü bir bilimsel gelişmeye dayandırır öyküsünü. Bu bilimsel gelişme ya da teknik buluş salt uydurma da olabilir, çağımızdaki bir varsayımın uzantısı da olabilir, örneğin Jules Verne, çağdaş bilim verilerine saygılıdır ve onların dışına çıkmaz pek. Öyküleri öğretici nitelikte bilimsel tanımlar ve kuramlarla doludur. Verne, aya adam gönderirken, füzenin itme gücünü, yer çekiminden kurtulması için gereken zamanı ve başka güçlükleri hesap eder”...

Ütopyalar ve Bilimkurgu Edebiyatı..

Thomas More'un, 1516 yılında yayımlanan aynı adlı eserinde (De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia) türettiği ve o zamanlardan beri de ‘olmayan yer’ anlamında kullanılagelen bir kelime olmuştur Ütopya. Kelime, Latince ‘eu’ (iyi), ‘ou’ (yok), ‘topos’ (yer) kelimelerinden türetilmiştir; yani ‘olmayan iyi yer’. İlk olarak Platon’un Devlet kitabında bahsedildiği kabul edilen ütopyayı, Roloff ve SeeBlen ortak hazırladıkları ve bu yazıya da ilham kaynağı olan kitaplarında, “bilimsel olduğu kadar, bilim öncesi araçlarla da hayata geçirilmeye çalışılan ve bilimsel bir kuram üzerinden sonuçta pratiğe dönüşmekten başka hedefi olmayan, toplumsal-politik bir tasarım; bir proje” olarak tarif ediyorlar. (Roloff- SeeBlen, 1995; 92)

Thomas More’un meşhur ütopyasında mülkün eşit dağıtıldığı, Londra’nın çok uzaklarında bir adadan bahsediliyordu ve bu adada -mülk eşit olmasına rağmen- kölelik de vardı. Gerçi günümüzde, örneğin İngiliz Daily Telegraph gazetesi 22 Eylül 2006 günkü nüshasında, gelecek yıl köleliğin kaldırılmasını getiren yasanın 200. yıldönümünün anılacağı Birleşik Krallıkta, İngiltere'nin köle ticaretindeki rolünden dolayı hükümetin özür dilemesi gerektiği yönünde bir beklenti olduğundan söz ediyor ama herhalde XVI. yüzyılda kölelik karşıtı bir tavır tuhaf karşılanır hatta tepki çekerdi. More’un ‘ütopik’ adasında, kurultay ve büyük halk toplantıları dışında bir araya gelip memleket meselelerini konuşmak ölümle cezalandırılan bir suçtu ve insanlar acıma duygularının körleşmesini(!) engellemek için hayvan kesme işlerini kölelerine yaptırıyorlardı. Kaderin garip bir cilvesiyle 6 Temmuz 1535 tarihinde, More’un kellesini kesen İngiltere kralı VIII. Henry’nin kendisi değil, cellâtları olacaktı.

More’un Ütopya’sından başka, Machiavelli’nin Prens’i (1532) ve Thomas Hobbes’un Leviathan’ı (1651) da klasik ütopyalar arasında sayılabilir. Ancak More’un eserine en çok yaklaşan örnek Campanella’nın Güneş Ülkesi’dir. (1602) XVII. yüzyılda Cyrano De Bergerac’ın Ay Devletlerinin Gülünç Tarihi, XVIII. yüzyılda da Swift’in Gülliver’in Seyahatleri ile devam eden ütopyalar XIX. yüzyıldan itibaren başka bir kimliğe bürünmeye başlamışlardı. Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde de belirtildiği gibi, ‘aydınlanmanın’ temeli olan ‘doğayı kontrol altına alma’ düşüncesi bu yüzyıllarda özellikle Endüstri Devrimi’yle birlikte meyvelerini vermeye başlamıştı. Fakat bu meyvelerin kuşku uyandırması gecikmedi. 1773–1832 yılları arasında bölümler halinde yazılan Goethe’nin Faust’u, Aydınlanma Çağı’nın ve bilimsel devrimlerin getirilerine kuşkuyla bakıyordu.
Aydınlanmaya karşı duyulan kuşkunun doruk noktasıysa, W. Shelley’in ‘Frankenstein or the Modern Prometheus’ ya da bilinen adıyla Frankenstein (1818) adlı romanında ortaya çıkar. Söz konusu yapıtı alelade Hollywood seyircisi alışkanlıklarıyla algılayanlar için alt metni fark etmek güç olabilir ama bu romanda aydınlanma çağının temsilcisi olan Dr. Frankenstein, aslında sadece -çağının gereklerine uygun olarak- doğayı egemenlik altına alma yolundaki bilimsel çabalardan birini göstermektedir. Mezarlardan topladığı parçalarla dirilttiği ölü ise ‘doğanın (yaratıcının!?) gazabı’ kimliğine bürünerek bu bilimsel çabanın cezasını verir. Aynı temelden yola çıkarak yazılan Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde (1886) adlı romanında ise, endüstri devriminin insan ruhunda yarattığı ‘parçalanmışlık’ çarpıcı biçimde gözler önüne serilmektedir.

Sonuçta aydınlanma hareketi bir bunalıma girmiştir ve aydınlanmanın klasik ve akla dayalı edebiyat anlayışını temsil eden XVIII. yüzyıldaki akım; düş gücü, fantezi ve akılla kavranamaz olanın dünyasını yansıtan, romantik akımla ve ‘gotik’ edebiyatla yer değiştirir. (Roloff- SeeBlen, 1995; 33–34)
XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise ‘Gelecekçilik’ akımı gelecekle ilgili öngörülere yeni bir boyut katmaktadır. Teknoloji alanındaki yeniliklerin hiçbir sanatçı tarafından dikkate alınmadığının altını çizen Gelecekçiler, makinelerin insanlara mutluluk vereceği inancı üzerinde dururlar.
Burjuva devrimi ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ talepleri altında feodal olmayan bütün sınıfları, aralarında köylüler ve proletarya da olmak üzere, kendi devrim tasarımının içine çekebilmiş, sonradan, burjuva iktidarının sağlamlaşmasına kadar geçen süre içinde de, daha önce yanına aldığı bu sosyal sınıflara, en azından düşüncede ortaklık yaptığı bu eski müttefiklerine karşı feodal güçlerle işbirliğine giderek, onlara ihanet etmişti; amacı bu eski yandaşlarının sömürüsü üzerine kendi iktisadi refah ve gelişmesini kurmaktı. Ütopyalar genel mutluluk vaat etmişlerdi geçmişte, oysa şimdi burjuva sınıfının ‘özel mutluluğu’ temellendiriliyor, küçük burjuva, proletarya ve köylü sınıfı genel sefalete doğru sürükleniyordu... Makinelerin insandan emek olarak koparıp aldığı şeyi, ona mutluluk olarak iade etmeleri gerekmekteydi... (Roloff- SeeBlen, 1995; 98)

Ama 1909 yılında çıkan, ‘makinelerle birlikte geleceğe umutla yürüyen’ bu burjuva akımı, I. Dünya Savaşı’nın hüsranı ile karşılaştı, ardından da totaliter rejimlerin elinde oyuncak oldu. Savaşı takip eden yıllarda Almanya, Hitler ve Nazizm’le, Gelecekçilik’in çıkış yeri ve kalesi olan İtalya Mussolini’yle, Rusya ise Stalin’le tanıştı. Bu totaliter sistemler, 1818 yılında Dr. Frankenstein ile ilk meyvelerini veren eğilimin, 1924 yılında Zamyatin’in Biz, 1932 yılında Huxley’in Cesur Yeni Dünya ve 1949 yılında da George Orwell’in 1984 adlı romanlarının yayımlanmasıyla, adının konulmasına neden oldu: Distopya.

Sanılmasın ki anti-ütopya yirminci yüzyıla özgü, teknolojiyle malûl, savaş yorgunu karamsar beyinlerin ürünüdür, yalnızca. Ya da 'Arcadia düşleri'yle, cennetin bahçeleriyle süslü edebi ve artistik bir geleneğin reddiyesidir; Platon'dan More'a, Bacon'a; Campanella'dan Hegel'e, Marks'a kadar gelen içkin bir totalitarizme karşı koyuştur. Anti-ütopya bir kopuştan ziyade kendisinin farkında olan ütopyanın namuslu olmaya karar vermesidir. (Alkan, 1999)

Bilimkurgu Edebiyatı

Gazeteci Hugo Gernsback tarafından, ilk kez 1926 yılında kullanılan bilimkurgu kavramı, Thema Larousse’da “...çağdaş bilginin en cüretkar ve en marjinal varsayımlarından hareketle, teknik ve sosyal geleceği önceden haber verme yolu...” olarak tanımlanıyor. Roloff ve SeeBlen’e göreyse bilimkurgu, “ütopik edebiyat ile gotik fantezinin kaynaşmasından” oluşmuştur. (Roloff- SeeBlen, 1995; 40)

Ünsal Oskay’a göre bilimkurgu edebiyatının ilk örneği Goethe’nin Faust’udur. (Oskay, 2002) Öte yandan tartışmalı da olsa birçoklarına göre Edgar Allan Poe, bilimkurgunun babası sayılır. (Nemli, 1999; 40–42) Ancak bilimkurgu romanının öncü sayılabilecek en büyük yazarları kuşkusuz Dünyanın Merkezine Seyahat (Voyage au centre de la Terre–1864), Aya Seyahat (De la Terre a la Lune –1865) ve Denizler Altında Yirmi Bin Fersah (Vingt Mille Lieues sous les mers–1870) gibi romanlarıyla Jules Verne ile Zaman Makinesi (The Time Machine–1895), Görünmez Adam (The Invisible Man–1897) gibi yapıtlarıyla Herbert George Wells’dir.

Wells her ne kadar, bir bilimkurgu yazarıysa da, roman ve öykülerinde ‘bilimin nasıl kullanıldığı’ sorunuyla uğraşmaz. Örneğin Wells, Ay yolculuğunun teknik sorununu ‘yer çekiminden arındırılmış madenden üretilen bir küre’ ile ayaküstü halleder. Çünkü derdi, ‘teknolojinin gelecekteki ürünlerini tahmin etmek’ değil, geleceğin toplumsal hayatı üzerine düşünceler üretmektir. Bu anlamda teknolojinin kendisini değil, teknolojiyi üreten toplumun sorunlarıyla uğraşan Wells, yaşadığı dönemlerde daha ‘aydın’ bir kesime hitap etmiştir. Öte yandan Wells, romanlarında teknoloji hakkında karamsar bir tablo da çizmez. O, bilimkurgunun distopik tarafına uzaktır. (Roloff- SeeBlen, 1995: 34)

Verne’de ise kahramanlar teknolojiye duyulan hayranlığın açıkça etkisi altındadırlar. Bu eğilimi Oskay şu şekilde açıklar: “Burjuva o sırada iktisadi hayata hâkim ama görgü açısından daha rafine olmuş değil. Jules Verne burjuvanın nasıl sara nöbeti geçirir gibi kafayı tabiatı fethetmeye taktığını da anlatır”. (Oskay, 2002) Gerçekten de Verne’in romanlarındaki kahramanlar teknolojiyi, Aya gitmek ya da dünyanın merkezine ulaşmak gibi amaçlar için kullanır. Ancak Verne’in romanlarındaki olumlu kahraman, teknolojinin hayatında olması gerektiği yeri bilir. Teknoloji onun için incelemenin ve araştırmanın aracıdır, Buna karşın ‘serseri ruhlu çılgın bilim adamları’ da teknoloji fetişistlikleri yüzünden gitgide değişerek, bambaşka kimliklere bürünüp birer canavar haline gelebilirler. (Roloff- SeeBlen, 1995: 37)

XIX. yüzyılın sonuna doğru, nasıl geçmişteki bir aşamada ütopyadan distopya doğmuşsa, bilimkurgunun tasarım ve projelerindeki gelecek inancından da bir kuşku ortamı doğdu. Örneğin Stevenson’un yazdığı 1886 tarihli Dr. Jekyll ve Bay Hyde adlı romanında 1880’deki büyük ekonomik kriz etkili olmuştu. Böylece yavaş yavaş Wells’in gelecek hakkındaki pozitif görüşleri bilimkurgu edebiyatından çekilmeye başladı. Ancak Wells’in bakış açısına oldukça benzeyen bir bakış açısının, Jack London’un Demir Ökçe (The Iron Heel–1907) adlı romanında görüldüğü söylenebilir. London XXVI. yüzyılda geçen bu romanda, XX. yüzyıl başında devrimci Ernest Everheard’ın yaşamöyküsünü basan Anthony Meredith adlı yayıncının kitaba düştüğü dipnotlar yardımı ile geleceğin, devrimler sonucunda nasıl mutlu bir şekilde kurulduğunu anlatıyordu.

Bu noktada bir ayrımdan söz etmek gerekir. Bilimkurgu edebiyatı en çok ‘fantastik edebiyat’ ile karıştırılmaktadır. Bunun temelindeyse her iki türün ‘olmayan mekânlar, toplumlar ya da yaratıklar’dan bahsetmesi yatar. Ancak fantastik edebiyattaki cinler, periler, cüceler, devler, bilimkurgu türünde uzay gemileri, başka dünyalardaki inanılmaz yaratıklar, teknik olağanüstü buluşlarla yer değiştirir. Bu anlamda bilimkurguda daima bilimsel diyebileceğimiz türden bir gerekçe bulma kaygısı vardır. (Türk Dili, 1973: 334)

Bilimkurgunun üzerinde durduğu önemli bir konu da ‘teknolojinin gelişimi ve yeni makineler’dir. Capek’in başkaldıran robotlarından² Asimov’un mantıksal çelişkilerle boğuşan uslu robotlarına kadar, en iyi niyetlilerinin bile insan için zararlı olabileceği önermesi, bu tür romanların genel eğilimini oluşturur. Robotların temel konuyu oluşturduğu öyküler, ilerde daha genişler ve sahneye siborg (yarı insan yarı makine yaratıklar) veya android (insanın hem görünüş hem de davranış olarak tam bir kopyası olan makineler) gibi, yeni robot torunları çıkar. Bilimkurgunun muhafazakârlığı su götürmeyen örneklerinde, makinelere yöneltilen eleştiri, kitleye yöneltilen eleştiriyle birleşerek, karşımıza çıkar; makinenin insanı kendine köle edebileceği korkusu, çok daha derinlerdeki bir korkuyu, makinelerin burjuva sınıfının varlığını tehlikeye düşürecek insan kesimini özgürlüğüne kavuşturabileceği korkusunu örter. Ancak robotlarla beslenen öyküler, bilimkurgu türünün aynı zamanda ayağı en yere basmış, en güvenilir tahminleri sunan öyküleridir de. (Roloff- SeeBlen, 1995: 320)

‘İnsanlığın gelecekteki durumu’ bir diğer önemli bilimkurgu temasıdır. Bu tür, temelde tabii ki ütopik edebiyata dayanır. Çünkü tekil anlamda teknolojik bir gelişmeyi (örneğin zaman makinesi) ya da bir yaratık istilasını öykünün temeline oturtmaktan çok, gelecekteki muhtemel sosyal yapıyı inceler. Isaac Asimov ve Robert Heinlein’in bu türde romanları vardır. En ilginçlerinden biri Philip K. Dick’in, Yüksek Şatodaki Adam (The Man in High Castle–1974) adlı romanıdır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki bilimkurgu edebiyatındaki genel eğilim, gelecek için kötü bir tablo çizme yönündedir ve bu yüzden bilimkurgusal yazın, gerçekten kaçmakla suçlansa da, içinde yaşadığımız gerçeği, bazen ‘gerçekçi’ kitaplardan çok daha tüyler ürpertici bir şekilde yüzümüze vurur. (Yücel, 1999) Ancak bu distopyan bakış açısı “Mutlu altın çağın geride kaldığını, yaşanılan toplumda artık böyle bir şeyin mümkün olmadığını savunup, bizi aslında var olan sisteme, ana rahmine hapsetmeye, bizi sıradan bir reklâm yazarı, akademisyen yapmaya...” da çalışabilir. (Oskay, 2002) Öyleyse okuma serüvenine ütopik bir çıkış aramak isteyen meraklılara tavsiyemiz, türün örneklerini alt metinleri dikkate alarak ve kendi bütünlüğünün dışındaki faktörleri de göz önünde bulundurarak okumaları olabilir.

“Distopya’lar ütopyalardaki iyimser tablonun mümkün olmadığını, insanın doğasından gelen bir kötülük güdüsüne sahip olduğunu savunur. Bu yüzden insanların mutlu bir düzen kuramayacağı, bu yöndeki çabaların karanlık diktatörlüklerle son bulacağı iddiasındadır. Her ne kadar Türkçe’de anti-ütopya deniliyorsa da yanlıştır, ‘distopya’ daha doğru bir terimdir; çünkü ‘distopya’, ‘ütopya’nın karşıtı değildir.” (Biryıldız, 2002)

Robot kelimesi ilk kez Çek oyun yazarı Karel Capek’in 1920 yılında sahnelenen “Rossum’s Universal Robots” adlı oyununda kullanılmıştır. Çekçe ‘sürekli çalışan’ anlamındaki ‘robota’ sözcüğünden türetilen ve bu kullanımıyla da otomatik ve tekdüze işleri yapan makineler için söylenen sözcük günümüzde evrensel bir kullanıma sahiptir.

 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst