Bilginin Kaynağı Problemi

ashli

Bayan Üye
PROBLEMİN PSİKOLOJİK VE EPİSTEMOLOJİK VERSİYONLARI

Bilginin kaynağı problemi başlangıçta genel olarak. kavramlarımızın, yargılarımızın ve düşüncelerimizin olgusal oluşumlarıyla ilgili psikolojik araştırmaların bir parçası olarak görülmüştür. Yetişkin bir insan varlığının zihninde kendileriyle karşılaştığımız kavramlar arasında doğuştan düşünceler ve kavramlar bulunduğu ya da sahip olduğumuz kavram ve düşüncelerin bütünüyle deney tarafından oluşturulduğu alternatifleri arasında bir karşıtlık söz konusuydu.

İşte bu karşıtlıkta, doğuştan düşüncelerin var olduğuna inananlara Genetik Rasyonalistler ya da doğuştancılar adı verilmektedir; buna karşıt görüşte olanlara genetik empiristler...

Genetik Rasyonalistler: Doğuştan düşüncelerin var olduğuna inananlar olarak adlandırılır. Doğuştancılara (inneistlere) göre, düşüncelerimizden ve inançlarımızdan bazıları, zihinlerimiz onlara duyularımızın ve içebakışın sağladığı malzemeden bağımsız olarak, başka hiçbir düşünceye değil de salt bu düşüncelere, başka hiçbir inanca değil de, salt bu inançlara ulaşmak zorunda olacak şekilde kurulmuş ya da oluşmuş olmaları anlamında, doğuştandır. Duyuların, doğuştancılara göre, düşüncelerimizin ve inançlarımızın en azından bazılarının içeriği üzerinde hiçbir katkıları yoktur. Duyuların rolü, insan zihninin organizasyonunda potansiyel olarak içerilen belirli düşüncelerin serbest bırakılması ya da gün ışığına çıkarılmasıyla sınırlıdır.' Bu görüşün savunucuları arasında Platon, Descartes ve Leibniz gibi fılozoflar vardı.

Genetik empirizm taraftarları ise, doğuştancılığa karşıt olarak, insan zihninin, üzerine kendi işaretlerini yazdığı boş bir levha (tabula rasa) olduğunu öne sürdüler. Bu işaretler başlangıçta birer izlenimden başka bir şey değildirler; bu izlenimlerden daha sonra bellekte onların tasarımlan türetilir ve türetilen bu tasarımların çeşitli şekillerde birleştirilmeleri ve incelikle işlenmeleri daha çok ya Genetik Empirizm İnsan zihninin, üzerine kendi işaretlerini yazdığı boş bir levha (tabula rasa) da daha az kompleks düşüncelere götürür: Tasarımları incelikle işleme bazen o denli komplike olabilir ki, özgün işaretleri, eşdeyişle bu tasarımların kendilerinden çıkarıldıkları izlenimleri saptamak hiç kolay olmaz. Genetik empiristler bu düşüncelerini kısa ve net bir biçimde dile getirirler; Nihil est in intellectu quod non prius fuerit in sensu ("Zihinde, daha önce duyularda var olmamış olan hiçbir şey yoktur"). Genetik empiristlere en açık ve en belirgin örnek olarak, öncelikle onyedi ve onsekizinci yüzyıl İngiliz fılozofları John Locke, David Hume ve diğerleri gösterilebilir. Bu fılozoflar duyuların izlenimleri tarafından sağlanan malzemeden diğer düşüncelerimizin; özellikle de yüksek bir soyutlama düzeyinin ürünü olan düşüncelerimizin nasıl doğduğunu göstermek için büyük bir çaba sarfetmişlerdir. Fransız fılozofu Condillac yetişkin insan varlıklarının zihinlerindeki bu gelişme sürecini, kendileri aracılığıyla sürekli olarak yeni izlenimlerin geldiği, farklı duyu organlarıyla bezenmiş bir heykel modeliyle serimlemeye kayulmuş ve bu izlenimlerin nasıl zihnin daha yüksek düzeydeki ürünlerine dönüştürüldüğünü göstermiştir. Hume ise genetik empirizmin tezini onların salt hayalî bir anlama sahip olduklarını göstererek, belirli ifadelerin gerçek doğalarını açığa çıkarmak için kullanmıştır. Empirist teze göre, o geçerli bir kavram olarak görülmek durumundaysa; her kavram deneysel kökenini açığa vurmak zorundadır. Bit ifadenin kökeninin deney- de bulunduğunu gösteremezsek, o ifade yalnızca sözde ve yanıltıcı bir anlama sahiptir.

Hume'un argümanları, onun ardıllarını ifadelerin analizi işini daha ayrıntılı ve tüketici bir biçimde gerçekleştirmek için harekete geçiren verimli ve coşku dolu bir ortam yârattı. Zamanın akışı içinde, her ifadenin deneysel kökenini açığa vurmak zorunda olduğu . postülası, onunla ilişkili başka bir postülayla değiştirildi. Yakın zamanlarda; yalnızca anlamı bize onu nesnelerle ilgili olarak kullanma, bir -başka deyişle söz konusu nesnelerin bu sözcükle adlandırılıp adlandırılmayacakları hususunda bir karar verme olanağı veren bir yöntem sağlayan bir ifadeyi anlamlı bir ifade olarak görme durumuna gelmiş bulunuyoruz. Günümüz operasyonalizminin sloganı olan bu postüla, doğa bilimlerinin gelişimi için çok yararlı ve verimli olmuştur. Bu postüla, başkaca şeyler yanında, modern fızikte Einstein'ın görelilik kuramı tarafından başlatılan devrim için bir çıkış noktası haline gelmiştir. Einstein işe iki olayın mutlak hemzamanlılığı fıkrinin reddedilmesiyle başlar ve onu belirli bir mekânsal sisteme ve dolayısıyla bir cisimler öbeğine göreli olan hemzamanlılık fıkriyle değiştirir. Einstein mutlak hemzamanlılık fıkrini, tam tamına bize mekândaki iki ayrı olayın mutlak anlamda hemzaman olup olmadıkların deney temeli üzerinde belirleme olanağı verecek bir yöntem bulunmadığı için reddeder.

Genetik rasyonalizmin üzerinde durduğu ve bizim burada kısaca incelediğimiz, düşüncelerimizin ve inançlarımızın kökeni problemi özü itibariyle psikolojik bir nitelik arzeden bir problemdir. Söz konusıı problem düşüncelerimizin aktüel bir olgu olarak nasıl ya da hangi biçimde insan zihninde yer alma durumuna geldikleriyle uğraşır. Bu psikolojik problemle ilişkili olan ve zaman zaman bununla karıştırılan başka bir problem daha vardır. Bu temel karakteri itibariyle psikolojik olmayıp, metodolojik ya da epistemolojik bir problemdir. Bu problem, gerçekliğe ilişkin olarak bütünüyle haklı kılınmış bilgiye nasıl ulaşabileceğimiz, bir başka deyişle doğru olan bilgiye hangi yöntemlerle varabileceğimiz problemidir. ~Bu problem bilgi kuramının, yani bilginin olgusal anlamda oluşumuyla değil de, bilginin doğruluğu ve haklı kılınışıyla ilgilenen disiplinin kapsamı içinde yer alır. Dikkatimizi şimdi, işte bu probleme yönelteceğiz.

DOĞRU OLAN BİLGİYE HANGİ YÖNTEMLERLE VARABİLECEĞİMİZ

Bu problemle ilgili olarak birbirlerine karşıt bakış açılarından oluşan iki ayrı çift vardır. Buralardan rasyonalizm ve empirizm ilk çifti, rasyonalizm ve irrasyonalizm ikinci çifti oluşturur. Söz konusu çiftler içinde geçen karşıt,bakış açılarının adları dikkate alındığında, kendileriyle daha önce düşüncelerimizin psikolojik kökeni problemine ilişkin tartışmada karşılaştığımız rasyonalizm ve empirizm terimlerinin burada yeniden ortaya çıktığını görürüz. Ancak söz konusu terimler burada biraz daha farklı bir anlama gelirler. Bu nedenle daha önceki tartışmada "rasyonalizm" ve "empirizm" terimlerinin önüne "genetik" sözcüğü getirilmişti; şimdi ise, bunun tersine, metodolojik rasyonalizm ve empirizmden söz etmek durumundayız. Ancak bunu yaptığımız zaman bile, mulaklığı ortadan kaldırıp, söz konusu olabilecek yanlış anlamaların önüne geçmiş olamayız, çünkü (metodolojik türden) rasyonalizm teriminin, o empirizmle karşı karşıya getirildiği zaman, irrasyonalizmle karşı karşıya getirildiği zaman sâhip olduğundan, farklı bir anlamı vardır. Bundan dolayı, metodolojik empirizmin karşısında yer alan bakış açısını rasyonalizm olarak betimlemeyeceğiz, ancak; . "rasyonalizm" teriminin irrasyonalizme karşıt olan bakış açısını göstermesine izin vererek, ona apriorizm adını vereceğiz. Yanlış anlamaların herşeye karşın, yine de ortaya çıkabileceği bazı durumlarda ise, bu rasyonalizmi anti-irrasyonalizm diye adlandıracağız: Bir giriş niteliği taşıyan bu değerlendirmelerden sonra, önce metodolojik apriorizm'` ve empirizm arasındaki tartışmayı inceleyeceğiz ve daha sonra da rasyonalizm (anti- irrasyonalizm) ve irrasyonalizm arasındaki tartışmanın özünü gözler önüne sereceğiz.

APRİORİZM VE EMPİRİZM

Gerçekliğe ilişkin olarak haklı kılınmış ya da doğru bilgiye nasıl ulaşabileceğimiz problemini incelemeye, şu halde apriorizm ve empirizmle başlıyoruz. Apriorizm ve empirizm arasındaki bu tartışma deneyin bilgimizde oynadığı rolü, bir başka deyişle duyularımızın ve içebakışın algıdaki rolünü belirlemekle ilgili olan bir tartışmadır. Kendilerini duyulara borçlu olduğumuz algılar bizi dış dünyadaki (fıziksel dünyadaki) nesneler ve olaylar hakkında bilgilendirir ve bu algılar dışsal deneyden oluşur; buna karşın, kendilerini içebakışa borçlu olduğumuz algılar bize kendi zihinsel hallerimiz (örneğin, üzgün ya da neşeli olduğumuz hakkında) bilgi verir ve böyle algılar içsel . deneyden oluşur. Empirizmin değişik türleri bilgimizde başat rolü deneye verir, buna karşın apriorizm a priori bilginin, yani deney- den bağımsız olan bilginin rolünü vurgular.

RADİKAL APRİORİZM

Empirizmle apriorizm arasındaki tartışma felsefe tarihinde çeşitli biçimler almıştır. Avrupa felsefi düşüncesinin antik Yunan'daki doğuşunda, apriorizm egemen durumdaydı ve apriorizm bu dönemde deneyin gerçekliğin bilgisi için bir değer taşıdığı düşüncesine şiddetle karşı çıktı; o deneye dayanan bilginin yalnızca görünüşte ya da sözde bilgi olduğu, deneye dayanan bilginin bizi gerçekliğin bizzat kendisiyle değil de, salt görünüşüyle tanıştıran bir şey olduğu yargısına vardı. Deneye dayanan bilginin değerinin bu şekilde küçümsenmesi için çıkış noktası, bizim deneyin hükmüne duyduğumuz güvenin altını` kazıyan duyu yanılsamaları olmuştur. Buna ek olarak, deneyin hükmüne karşı, farklı insanların aynı nesne- ye ilişkin algılarında kimi öznel farklılıkların bulunduğu bulgusunun sonucunda ortaya çıkan bir güven eksikliği de söz konusuydu. Bununla birlikte, bazı antik fılozofların deneye en küçük bir güven duyulmasına bile karşı çıkmalarına yol açan temel neden, onların tam anlamıyla gerçek olanın değişmez olması gerektiği biçimindeki inançlarıydı. Onlar değişenin belli bir zamanda belirli bir türden olduğu, buna karşın daha sonraki bir zamanda söz konusu türden olmadığı için, bir çelişki içerdiğini savundular. (Onlar her tür değişmenin zorunlu olarak bir çelişki içerdiğini gösteren başkaca birçok önemli ve derinlikli kanıtlamalar oluşturdular.) Herşey bir yana, onların görüşlerine göre; kendinde çelişik olan her ne ise varolamaz. Deney bize değişebilir olan nesneleri gösterdiği için, deneyin bize sunduğu gerçekliğin bizzat kendisi olmayıp, yalnızca görünüşüdür Antik aprioristlere göre , bizi gerçeklikle yalnızca , her türlü deneyden bağımsız olan düşünce, yani akıl tanıştırabilir.. Bu eğilim kendisine hemen hemen tümüyle antik düşünürler arasından taraftar bulmuştur. Bununla birlikte, bu eğilim insanların zihinlerini empirik araştırmadan uzaklaştırdığı ve onları çoğunluk yararsız spekülasyonlara yönelttiği için, onun bilimlerini gelişmesi üzerinde yıkıcı bir etkisi olmuştur.

Söz konusu eğilim, demek ki doğa bilimlerin büyük ölçüde engellemiş ve doğaya ilişkin bilimsel bilgi sürecini geciktirmiştir. O, aynı zamanda yeryüzündeki yaşamın anlam, ve değerini küçümseyip, gerçek değerlerin bu yaşamın ötesinde aranmasını isteyen bakış açısının temelini de hazırlamıştır. Pratik yaşamın gereksinim ve zorunluluklarının doğaya ilişkin deneysel araştırmaya karşı olan bu önyargıyı zorlayıp ortadan kaldırmada yeterince güçlü bir motif olduğu zamandan başlayarak, modern doğa bilimindeki deneysel araştırmaların iyiden iyiye gelişmeye başladığı rönesans sonrası dönemde, radikal apriorizm hemen hemen tümüyle ortadan kalktı.

Son zamanlarda, deneyden bağımsız (aprioristik) olguların bilişsel değerinin tanınmasını isteyen apriorizmle deneyin önemini vurgulayan empirizin arasındaki karşıtlık ve. çekişme farklı bir nitelik kazanmıştır. Tartışma artık daha fazla deney ya da aklın bizi gerçekliğin bizzat kendisiyle tanıştırıp,. tanıştırmadığı hakkında olmayıp, daha çok doğrudan ya da dolaylı olarak deneye dayanmayan bir sâvı, şöyle ya da böyle, bir şekilde doğru bir sav olarak kabul etmeye hakkımız bulunup bulunmadığıyla ilgilidir.Kendilerini, doğru savlar olarak kabul etmek hakkımız bulunduğu, -ancak deneye dayanmayan savlara a priori savlar adı verilir.

RADİKAL EMPİRİZM

Radikal empirizm haklı kılınmış bir savın doğrudan ya,da dolaylı olarak deneye dayanması gerektiğini iddia eder. Deneyle en az ilişkili gibi görünen önermeler bile, hatta matematiğin aksiyomları, mantığın ilk ilkeleri bile, radikal empirizme göre, deneysel savlardır (bir başka deyişle, onlar deneye dayanırlar). Onlar, bu düşünce okuluna göre, deneyin bizi kendileriyle tanıştırdığı tekil savlara dayanan tümevarımsal genellemelerden başka hiçbir şey değildirler.

ILIMLI EMPİRİZM

Bu radikal empirizm hem ılımlı apriorizmin hem de ılımlı empirizmin karşısında yer alır. Söz konusu her iki eğilim de bilimde meşru, yasal olan, ancak yine de deneye dayanmayan a priori savların var olduğuna inanır. Ilımlı empirizmle ılımlı apriorizm arasındaki farklılık, onların bu yasal savların oynadıkları rollere farklı önem dereceleri ve anlamlar vermelerinden kaynaklanmaktadır.



Yalnızca, terimlerinde içerilen anlamı salt açık ve anlaşılır kılan savlar meşru savlar olarak görür. Buna göre, bir karenin dört~kenarı bulunduğunu, bir dairenin tüm yarıçaplarının birbirlerine eşit olduğunu a priori olarak öne sürebiliriz. Bu savlan öne sürmek için deneye başvurmamız gerekmez; bunun için, "kare" ya da "daire" teriminin 'ne anlama geldiğini bilmemiz yeterlidir. Her- hangi bir deneyin bu savlarla çelişebileceğinden, bir başka deyişle deneyin örneğin bizi her karenin dört kenarı olmadığını kabul etmek zorunda bırakabileceğinden korkmamız hiç gerekmez. Bizi böyle bir zorunluluk karşısında bırakabilmesi için, deneyin bize bir "kare" olarak adlandırılacak, ancak herşey bir yana kendisinin dört kenara sahip olduğunu yadsıyacağımız bir şey sunması gerekir. Bununla birlikte, "kare" sözcüğünün gerçek anlamı ~"kare" kavramının içeriği) dört kenarlı olmadığını bildiği şekile "kare" adını veren bir kimseyi bu anlamı bozma ya da yıkma durumunda bırakacak bir nitelik arzeder. Öyleyse, "kare" terimini normal anlamı içinde kullanarak, dört-kenarlı olmayan bir şekle bu adı vermemiz olanaklı değildir.

Günümüzde ılımlı empirizm yukarıdaki örnek tarafından da gösterildiği gibi, kendilerinde içerilen terimlerin anlamını açıklamaktan fazla hiçbir şey yapmayan savlar, meşru yasal a priori savlar olarak görür. Böyle savlara belirli terimlerin anlamlarını gözler önüne seren belirtik ya da örtük tanımlar arasında (bkz. Saf ve uygula- malı matematik alt-bölümü) ve böyle tanımların mantıksal sonuçları arasında rastlanabilir.. Kant'tan beri, bu türden savlara analitik savlar {analitik tümceler, analitik yargılar) adı verilmektedir. Şu halde, ılımlı empirizmin tezi tam ve dakik bir biçimde şu formülle dile getirilebilir: Meşru ve kabul edilebilir olan a priori savlar, yalnızca analitik savlardır.

ILIMLI APRİORİZM

Öte yandan, ılımlı apriorizm, aynı zamanda analitik olmayan meşru a priori savlar bulunduğunu savunur. Analitik olmayan bu savlara, sentetik tümceler, sentetik yargılar) adı verilir. Bir sav, buna göre, kendisinde yer alan terimlerin anlamlarının açıklanıp.aydınlatılmasıyla sınırlanmadığı, yalnızca belirli terimlerin anlamlarını ya da böyle bir tanımın mantıksal sonuçlarını ortaya koyan örtük ya da belirtik bir tanım olmayıp, Deney tarafından doğrulanabilen ya da çürütülebilen olgusal bir sav olduğu zaman , o sav sentetik bir savdır: Fransa’ nın ilk imparatorunun kısa boylu olduğu savı sentetik bir savdır, çünkü o, bu savda yer alan terimlerin anlamlarından çıkmaz. Buna karşın, Fransa'nın ilk imparatorunun bir monark olduğu savı analitik bir savdır, çünkü o "imparator" teriminin tanımından çıkar.

Sentetik savların büyük bir çoğunluğu, hiç kuşkusuz deneye dayanır. Tartışmalı olan konu yalnızca, tüm sentetik önermelerin, hiçbir istisna olmaksızın, haklı kılınışlarını deneyden çıkartmak zorunda mı oldukları, yoksa haklı kılınmaları deneye bağlı olmayan, bir başka deyişle a priori olan yasal sentetik yargıların var olduğu mu üzerinedir. Empirizm ve apriorizmin modern biçimini belirleyici, işte tam olarak bu noktadır: Empirizm yasal sentetik a priori önermelerin varoluşunu yadsır, oysa ılımlı apriorizm sentetik apriori savların var olduğunu öne sürer.

Ilımlı apriorizmin tezini nasıl temellendirdiğini serimlemek için, bir üçgenin iki kenarının toplamının üçüncü kenardan daha büyük olduğunu öne süren geometrik savı ele alalım. Aprioriste göre, bu analitik bir önerme değildir, çünkü o üçgenin ve kenarlarının tanımından çıkmaz. Bununla birlikte, aprioristlere göre, bu. savın doğruluğundan, deneye başvurmadan emin olabiliriz. Bunun için iki ucundan, birlikte alındıklarında tabandan kısa ya da tabana eşit, iki doğru çıkan ve bir üçgen için taban hizmeti görebilen bir doğru imgelememiz yeterlidir. İmgelemimiz bize hemen, bu iki doğrunun tabân çevresinde döndürüldükleri zaman, tabana bitişik olmayan noktaların bir üçgen oluşturacak biçimde hiçbir zaman kavuşmayacaklarını söyler. Bir üçgenin iki kenarının üçüncü kenarından büyük olması gerektiği sentetik yargısını kategorik olarak öne sürmek için deneye gitmemiz, algıya dayanmamız-gerekmez.

Yukarıdaki örnek aynı zamanda, sentetik a priori yargılara, aprioristlere göre, nasıl ya da hangi biçimde ulaştığımız ortaya koyar. Sentetik a priori yargıları bize doğrudan ve aracısız olarak verilen nesnelerde, normal deneyde olduğu gibi, yalnızca bireysel olguları algılamamıza değil de, genel düzenlilikler bulmamıza izin veren bir kapasiteye ya da yetiye borçluyuz. Bu iki kenarı imgeleyerek, onlarda, her üçgende iki kenarının toplamının üçüncü kenarından daha büyük olması gerektiğini öne süren genel bir yasayı görme durumuna geliriz. İmgelemimizin çabası, öyleyse, bize yalnızca, bulgulanması için,normal algının yeterli olacağı, belirli bir üçgende iki kenarın toplamının üçüncü kenarından büyük olduğu bireysel olgusunu değil, fakat aynı zamanda belirli bir genel düzenlilik bulgulama olanağı verir. Bize aracısız olarak verilen nesnelerde genel düzenlilikler bulgulama olanağı veren kapasite ya da yetiye saf sezgi (Kant),özlerin sezgisi (Husserl) gibi adlar verilir.

EMPİRİZMLE APRİORİZM ARASINDA GEÇEN, MATEMATİKSEL SAVLARIN KARAKTERİ HAKKINDA TARTIŞMA

Empirizmle apriorizm arasındaki tartışma modern biçimi içinde, büyük ölçüde matematiksel savların niteliğiyle ilgili bir tartışma olmuştur. Radikal empirizm tüm matematiksel savların deneye dayandıklarını düşünür. Öte yandan, apriorizm onların, kendilerinin a ' priori savlar olduklarını deneyden bağımsız olarak kabul edebileceğimiz, a priori savlar olduklarını düşünür; apriorizm (burada ılımlı apriorizmi kastediyoruz, çünkü apriorizmin modern zamanlarda yalnızca bu biçiminde rastlamaktayız) aynı zamanda en azından Bazı matematiksel savlara sentetik yargılar olma özelliğini yükler. Ilımlı empirizm , son olarak saf matematikle uygulamalı matematiği birbirinden ayırır ve onlara analitik yargılar olma özelliğini yükleyerek , saf matematiğin savlarının a priori savlar olduklarını düşünür; öte yanda ılımlı empirizm, uygulamalı matematikte, belirli analitik savlara ek olarak , burada emprik oldukları, eşdeyişle deneye dayandıkları düşünülen sentetik savların da var olduğunu kabul eder.

Saf ve Uygulamalı Matematik

Saf ve uygulamalı matematik arasındaki fark nedir? Fark matematiksel terimlerin saf ve uygulamalı matematikte anlaşılma biçimlerinden kaynaklanmaktadır. Bunu en iyi biçimde herhalde, geometriden bir örnekle açıklayabiliriz. Geometride katı; küre, küp; koni, v.b.g. terimlere rastlamaktayız. Bu terimler pratik yaşamda, matematikle uğraşmadığımız zaman , kullandığımız günlük dilde de ortaya çıkarlar. Bu terimlerin her biri günlük dilde deneysel bir anlama sahiptir. Örneğin "küp" sözcüğü, bu anlamı sözcüğe yükleyen herkesin , kendisine verilmiş bir katı cismin yüzeylerini sayarak, yüzeylerinin açılarını ve kenarlarını ölçerek, belirli bir katı cismin bir küp olup olmadığı konusunda, kendisini deneysel olarak (ölçme hatalarının sınırları içinde) ikna edebileceği bir anlama sahiptir. Burada kendisiyle, kendimizi bu konuda, "küp" sözcüğünün kendisine günlük dilde verilen anlam sayesinde, ikna edebileceğimiz bir yönteme sahibiz. Şimdi geometriyle uğraşırken; geometriye ve günlük dile, onların günlük dilde, bir başka deyişle empirik anlamda bize bu terimlerden meydana gelen (en azından) bazı önermeler hakkında deney temeli üzerinde bir karar verme olanağı sağlayan bir anlama sahip olmaları anlamında, ortak olan terimleri kullanırız. Geometriyle uğraşırken, onun terimlerine empirik bir anlam yüklersek eğer bu, geometriyle uygulamalı matematiğin bir dalı olarak uğraşıyoruz demektir.

Geometri üzerinde çalışmanın, bununla birlikte, bir başka biçimi daha vardır. Bu ikinci şekilde, gerçekte geometri üzerinde uygulamalı matematiğin bir dalı olarak çalışırken kullandığımız aynı sözcükleri kullanır, ancak onlara oldukça farklı bir anlam yükleriz. Şimdi "küre" ve "küp" gibi terimler günlük konuşma dilinde sahip oldukları anlamdan ve özellikle de herhangi bir empirik anlamdan soyulmuşlardır. Bu terimler bir kez özgün anlamlarından soyulunca, biz onlara yeni bir anlam veririz. Bu, zaman zaman belirtik bir tanım, aracılığıyla yapılır. Bununla birlikte, belli bir terime ilişkin her belirtik tanım söz konusu terimi başka terimlere indirgemekten oluşur. Belli bir terime ilişkin belirtik bir tanım bize tanımlanan terimi içeren her tümceyi; bu terimin onun tanımında kullanılan diğer terimlerle değiştirildiği bir tümceye çevirme olanağı verir. Örneğin, "küre yüzeyindeki tüm noktalardan eşit uzaklıkta bulunan bir merkeze sahip bir katıdır" tanımı, bize "küre" sözcüğünü içeren her tümceyi, kendisinde ~"küre" sözcüğünün hiç geçmediği,. ancak "küre" sözcüğünün "yüzeyindeki tüm noktalardan -eşit uzaklıkta bulanan bir merkeze sahip katı" ifadesiyle değiştirildiği bir tümceye çevirme olanağı verir.

Ancak bu durumda ortaya şöyle bir soru çıkar: "Küre", "küp", v.b.g., terimler tanım aracılığıyla daha önce günlük konuşma dilinde sahip oldukları anlamlardan soyulmuş olan başka geometrik terimler~ indirgenirler. Ancak kendilerini tanımlamakta olduğumuz terimlere indirgediğimiz bu terimlere hangi anlam verilmelidir? Bu terimleri belki daha başkaca tanımlar aracılığıyla başka terimlere indirgeyeceğiz, ancak bu şekilde geriye doğru sonsuzca gidemeyeceğiz ve bu tanımlar zincirini, bütün bir tanımlar sistemimiz için bir çıkış noktası olma işlevini görecek bazı terimlerde kesmemiz gerekecektir. Bu başlangıç terimlerine ilkel terimler adı verilir. Bu ilkel terimler hangi . anlam içinde alınmak durumundadırlar? Onlar ortaya konmuş yerleşik anlamları, yani bu terimlerin daha önceden günlük konuşma dilinde sahip oldukları anlamlârı içinde Mi alınacaklardır, yoksa onlara, ortaya konmuş yerleşik anlamlarından yola çıkarak yeni bir anlam mı veririz? Şimdi, geometriyle uygulamalı değil de; saf matematiğin bir dalı olarak uğraştığımızda, ilkel terimler de ortaya konmuş yerleşik anlamlarından soyulur ve onlara yeni anlamlar veririz.

Ancak onlar tüm tanımların çıkış noktalan oldukları için; bu ilkel terimlerin tanımlanamayacakları söylenebilirdi. Şu halde, onlara bir anlam yükleyemeyiz, ancak en azından bu. terimleri ortaya konmuş yerleşik anlamlan içinde; yani onların günlük konuşma dilinde sahip oldukları anlamları içinde almamız gerekir. Bu akılyürütme çizgisi, bununla birlikte; yanlıştır. Bu terimlerin belirtik tanımlar aracılığıyla tanımlanamayacakları olgusundan, , onlara bir anlam yükleyemeyeceğimiz sonucu hiçbir biçimde çıkmaz. Peki bir sözcüğe bir anlam yüklemek için ne yapılmalıdır? Bu sözcüğü kullanacak belirli bir insan öbeği için, o sözcüğü anlamanın belirli ve kesin sonuçlu bir yolunu ortaya koymalıyız. Ana dilini çocukluğunun erken evrelerinde öğrenmiş olan bizlerden, her birine bu dilde yer alan sözcükleri anlamanın belirli ve kesin sonuçlu bir yolu bize''anne ve babalarımız ve öğretmenlerimiz tarafından öğretilmiştir. Bununla birlikte, ana dilimizde, onları kendimiz için bu şekilde .tanımlamakla anlama durumuna geldiğimiz çok sayıda sözcük yoktur. Öyleyse, bize sözcükleri anlamanın, tânım dışında, spesifık bir yolu daha vardır. Bu yol yabancı bir dili doğrudan yöntem adı verilen bir yöntem aracılığıyla öğrendiğimiz zaman kullanılır. Bu yöntemi kullanırken öğretmen: öğrenciye sözcükleri dikte etmez, bir başka deyişle yabancı dildeki sözcükleri çocuğun kendi dilindeki sözcüklere çevirmez, ancak o ağzından bütün bütün yabancı dilden sözcükler çıkarır. Fransızca öğretmeni önce bir masaya işaret ederek, c'est une table, ikincileyin bir kitaba işaret ederek c'est un livre, ve üçüncüleyin de bir kaleme işaret ederek c'est un crayon der ve öğrenci yalnızca Fransızca 'table' sözcüğünün "masa'', "livre' sözcüğünün '.'kitap" anlamına geldiğini değil, âncak aynı zamanda c'est ifadesinin "bu..:dır" soyut ifadesi,ne karşılık geldiğini de kavrar. Birer küçük çocuk olduğumuz zaman yetişkinlerin~ konuşmalarını çok büyük ölçüde bu şekilde öğrendik. Yetişkinlerin farklı durum ya da koşulların ürünü olan konuşmalarını ya da . söylemlerini dinleyerek, bu ifadeleri. aynı biçimde kullanma yeteneği kazandık ve böylelikle bu ifadeleri yetişkinlerin onları anladığı biçimde anlamayı öğrendik.

Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, bizim saf matematikle uğraştığımız zaman, bir başka deyişle ilkel terimlere, yani tüm tanımlar için bir çıkış noktası olma işlevi gören terimlere anlam yüklediğimiz zaman, aynı yöntemi kullandığımız hususudur. Buna göre, ağzımızdan, başkaca ifadelerin yanısıra, daha önceden belirli ve kesin sonuçlu bir biçimde anlaşıldıkları varsayılan bu ilkel terimleri içeren belirli yargılar çıkarırız. Dinleyicinin, onun daha önce, şimdi ilkel terimler olarak alınan ve anlamlarını içerildikleri önermelerden almak durumunda olan, bu terimlere yüklediği anlamı unuttuğu ya da bir kıyıya attığı kabul edilir Buna göre, "iki nokta bir ve yalnızca bir doğru çizgiyi sınırlar", yargısını öne süreriz. Dinleyicinin, yalnızca geometrinin spesifık terimleri arasında yer almayan "iki" v:: "bir ve yalnızca bir ...yi.sınırlar" ifadelerinin ortaya konmuş yerleş:k anlamlarını koruyarak, daha önce, geometrinin ilkel terimleri olan "nokta" ve "doğru" ifadelerine yüklediği anlamı unuttuğu varsayılır. "nokta" . ve "doğru" terimlerinin ortaya konmuş yerleşik anlamını bir kez unutunca, dinleyicinin bu terimleri iki noktanın her zaman bir ve yalnızcâ bir doğru çizgiyi sınırladığına inanabilecek bir şekilde kullandığı kabul edilir.

Geometrinin ilkel terimlerine tanımlanan şekilde anlam veren bu önermelere, bu disiplinin adı verilir. Aksiyomlar birkaç değişkeni olan denklemler tarâfından oynanan role benzer bir rol oynarlar. İki ya da daha fazla bilinmeyen içeren bir denklemeler öbeği, söz konusu bilinmeyenlerin değerlerini~belirli bir biçimde belirler. Bilinmeyenlerin değerleri, demek ki, bilinmeyenlerin yerine getirildikleri takdirde, denklemleri sağlayan; bir başka deyişle onları doğru formüllere dönüştüren sayılardır. Benzer bir biçimde, aksiyomlar da, bilinmeyen anlama ilişkin ifadeler olarak,. söz konusu aksiyomlarda içerilen ilkel terimlerin anlamını belirlerler. Şu halde, onlar aksiyomları sağlamak ya da tamamlamak için bu ilkel terimlere yüklememiz gereken anlamı belirlerler.

Aksiyomlar onlarda ' içerilen ilkel terimlerin anlamlarını tanımlanan şekilde belirledikleri için, aksiyomlara zaman zaman, belirtik tanımlara karşıt olarak örtük tanımlar adı verilir. ~Belirtik tanımlar terimlerin anlamlarını bu terimlerin eşdeğerleriyle, yani doğrudan ve aracısız bir biçimde verir; öte yandan aksiyomlar ise te- ı~imler için anlamlarla yüklenmiş eşdeğerler sağlamaz, ancak bize bu anlamı, aynen bir denklemler öbeğinin bize bu denklemlerde 'içerilen bilinmeyenlerin değerlerini çıkarsama olânağı verdiği şekilde, çıkarsama olanağı verir. Öyleyse, geometrik terimlerin konuşma dilindeki anlamlarından tam bir soyutlama içinde ve bu terimlere bir dizi örtük ve belirtik tanım yardımıyla anlamlar yükleyerek geometri yapabiliriz. Geometri üzerinde bu şekilde çalıştığımız zaman, geometriyi saf matematiğin bir dalı olarak görüyoruz demektir. Saf geometri yapmayla uygula= malı geometri yapma arasındaki en temel farklılık gerçekte, uygulamalı geometride geometrik terimlerin aksiyomlardan bağımsız spesifik bir anlama. sahip olmalarından oluşur ve bu, empirik anlamdır; bundan dolayı; bu terimlerin yer aldığı önermelerin doğruluğu empirik bir çerçeve içinde belirlenir. Buna karşın, geometrik terimler herhangi bir anlama değil de; aksiyomlar tarafından belirlenen anlama sahiptirler. Şu halde onlar, aksiyomların doğru olmaları durumunda hangi anlama geleceklerse, o anlama gelirler ve onların emprik bir anlamlan yoktur

ILIMLI EMPİRİZMİN BİR GÖRÜŞÜ

Matematiğin hem saf ve hem de uygulamalı matematik olarak yapılabileceğinin bilincinde olan ılımlı empiristler saf matematiğin deneyden gelecek desteğe gerek duymadığı gibi, bu tür bir matematiğin terimleri çok yalın bir biçimde şöyle ya da böyle empirik bir an- lama sahip olmadığı . için, savlarının bir zaman gelip de deney tarafından çürütüleceğinden çekinmesi gerekmeyen a priori, yani deneyden bağımsız bir disiplin olduğunu dile getirirler. Öte yandan, uygulamalı matematik söz konusu olduğunda, o ılımlı empiristlere göre,; yalnızca empirik bir disiplin olarak yapılabilir. Aksiyomlar, bir başka deyişle matematikte diğer savlardan türetilmeksizin doğru kabul edilen temel matematiksel savlar, uygulamalı matematik söz - konusu olduğu sürece, mantıksal .sonuçların deneyle karşı kârşıya getirilmeleri suretiyle doğrulanabilen ya da çürütülebilen varsayımlardır, yalnızca.

RADİKAL EMPİRİZMİN BİR GÖRÜŞÜ

Radikal empirizm, saf ve uygulamalı matematik arasındaki ayrımın henüz bilinmediği bir zaman diliminden gelen, eski bir öğretidir. Matematikten söz ettikleri ve onu empirik bir bilim olarak düşündükleri zaman, radikal empiristlerin zihninde uygulamalı matematik vardı ve uygulamalı matematik söz konusu olduğu sürece, onların görüşleri kendilerini de uygulamalı matematiği emprik bir bilim olarak düşünen ılımlı empiristlerin görüşlerinden farklılık göstermiyordu. Matematiğin şimdilerde saf matematiğin değişik dalları tarafından temsil edilen şekli radikal empirizimin yandaşları tarafından bilinmiyordu.

UZLAŞMACILIK

Ilımlı empirizim taraftarları, uygulamalı matematiğin empirik bir bilim olduğunu düşünerek, bu görüşü uzlaşımcılık .(konvensiyonalizm) adı verilen öğretiyle birleştirmişlerdir. Uygulamalı mâtematiğin empirik bir bilim olduğu görüşü, matematiksel savlarda ortaya çıkan terimlerin bilinen yerleşik anlamlan içinde alınmaları durumunda, bu önermelerin doğruluk ya da yanlışlıklarının deney tarafından belirlenebileceği savına indirgenebilir. Örneğin, "bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir" önermesinde içerilen~ geometrik terimler günlük konuşma dilindeki anlamlan içinde alınırlarsa önermenin doğruluğu yalnızca deney tarafından belirlenir. Şimdi bu görüş, matematiksel savların temel özellikleri üzerinde düşünen bazı düşünürlere göre, ufak tefek bazı değişikliklere. gerek duyar. Bu düşünürler matematiksel terimlerin günlük konuşma dilindeki anlamlarının birçok durumda bize, matematiksel savların doğruluğuyla ilgili olarak deney temeli üzerinde bir karara varma olanağı verecek bu yöntem sağlamadığınâ işaret ederler. Onlar şu halde, matematiksel terimlerin günlük konuşma dilindeki anlamlarını anlasak bile, matematiğin savlarından bazılarıyla ilgili olarak -söz konusu olan savlar herşeyden önce bazı geometrik savlardır- deney yoluyla karar verilemeyeceği görüşünü dile getirirler. Onlar, bununla birlikte, bu savların doğruluğu konusunda deneyden bağımsız olarak, yani a priori olarak bir karar verilebileceğini savlamazlar, ancak geometrik terimlerin günlük konuşma dilindeki anlamlarının, bize bu terimleri her ne olursa olsun bir şekilde içeren önermelerin doğruluk değerleri hakkında bir karara varma olanağı vermeye yetecek kadar tam ve dakik olmadıklarına işaret ederler. Terimlerin anlamlarının yetersiz-tamlığı ve dakikliği çoğu zaman bu önermelerin, doğruluk değerleri hakkında bir karara varılamayan önermeler olmalarının temel nedenini, oluşturur.

Örneğin "çay" sözcüğünü ele alalım. Bu sözcüğün günlük konuşma dilindeki anlamı bize, akan ırmağa baktığımız zaman, deneysel temeller üzerinde; farklı birçok durumda ona bir çay adını verip veremeyeceğimiz konusunda karar verme olanağı verecek bir yöntem sağlar: Varşova'daki Vistül nehri çay sözcüğü günlük konuşma dilin- deki anlamı içinde alınırsa, bir çay olarak adlandırılamaz; öte yandan kaynaklarındaki Vistül, hiç kuşkusuz bir çay olarak adlandırılacaktır. Bununla birlikte, Vistül nehrinin kaynaklarından itibaren bütün bir yatağını ele aldığımız zaman, onun bir çay olarak mı, yoksa büyük bir nehir olarak ıriı adlandırılacağı konusunda kesin karara varamayacağımız yerler bulacağız. Böyle bir yerde Vistül'ün derinliğini ve genişliğini ölçebiliriz, ancak bu da bize şu soruyla ilgili olarak bir karara varmada yardımcı olmayacaktır: Vistül burada bir çay mıdır? Bununla birlikte, çayla "suyun, yıllık ortalama genişliği şu kadar metre olan hareket halindeki akıntısı"nı anlayacak olursak, bu uzlaşma ya da anlaşmadan sonra, daha önceki güçlükler ortadan kalkacaktır; bu durumda, deneysel verilerden oluşan temel üzerinde, Vistül'ün akışı boyunca her yerde,' onun belli bir noktada çay olup olmadığı.konusun- da bir karara varabileceğiz.

Şimdi bazılarına göre, anlamları tam ve dakik olmayan sözcükler yalnızca günlük konuşma dilindeki terimleri değildir; geometrik terimlerin ve özellikle de " a doğrusu b doğrusuna eşittir" ifadesinin anlamı da ta~ıı ve dakik değildir. Onlar bu ifadenin günlük konuşma dilindeki anlamıyla, iki doğru birbirlerinden ayrıldığı zaman, a doğrusunun b doğrusuna eşit olup olmadığını, deneysel verilerini oluşturduğu temel üzerinde belirleyemeyeceğimize işaret ederler. A doğrusunun b doğrusuna eşit olup olmadığı sorusunu bir kasara bağlamak için, bu ifadenin anlamını, tıpkı "çay" sözcüğünde yapmış olduğumuz gibi, bir uzlaşma ya da anlaşmayla, yani bir uylaşımla daha tam ve dakik hale getirmeliyiz. Uzlaşmaya bağlı olarak , deney bize iki doğruluğun eşitliği hakkındaki soru için, şu ya da bu yanıtı dikte edecektir. İşte ana düşüncesini burada kısaca özetlediğimiz öğretiye uzlaşımcılık adı verilir.

Uzlaşımcılık, öyleyse, ılımlı empirizmin küçük bir değişikliğe uğramış şeklidir. O uygulamalı matematiğin savlarının doğruluklarının yalnızca deney yoluyla belirlenebileceği korusunda ılımlı empirizmle uyuşur. Uzlaşımcılık buna, başka bir tez daha ekler. O uygulamalı matematiğin savlarının doğruluklarının yalnızca deney tarafından belirlenebileceğini, ancak bunun, yalnızca biz matematiksel terimlerin günlük konuşma dilindeki anlamlarını uzlaşım yoluyla daha tam ve dakik hale getirdikten sonra, olabileceğini öne sürer.

ILIMLI APRİORİZMİN BİR GÖRÜŞÜ: KANT'IN ÖĞRETİSİ

Ilımlı apriorizm matematiksel savların temel özellikleriyle ilgili olarak farklı bir görüşe sahiptir. Onun savunucuları matematik hakkında konuştukları zaman; zihinlerinde, tıpkı radikal empiristler gibi, uygulamalı matematik, yani terimlerin anlamlarını belirtik tanımlarla ve örtük tanımların oynadığı rolü oynayan aksiyomlarla vermeyen, ancak bu terimlerin günlük konuşma dilindeki anlamlarını kabul edip sözcük dağarını ve kavramsal araçlarını yalnızca belirtik tanımlar . aracılığıyla zenginleştiren bilim vardır. Bu şekilde anlaşılan matematiğin savları ve özellikle de onun temel savları, yani aksiyomları aprioristler tarafından, salt deney yoluyla haklı kılınabilen savlar olarak düşünülmedikleri gibi,.yalnızca kendilerinde içerilen terimlerin anlamlarını açıklayan analitik önermeler olarak da görülmez. Matematiğin aksiyomları, aprioristlere göre, sentetik a priori önermelerdir, Örneğin geometrinin, belli bir doğrunun dışındaki bir noktadan o doğruya paralel olan bir ve yalnızca bir doğru çizilebileceğini öne süren, aksiyomunu ele alalım. Uygulamalı matematiğin bir önermesi olan bu aksiyom, içerdiği geometrik terimlere bir anlam veren örtük bir tanımın bir bileşeni olmadığı gibi, yalnızca terimlerinin günlük konuşma dilindeki anlamını açıklayan bir önerme de değildir; o öyleyse, sentetik bir yargıdır. Ancak o deneye dayanan sentetik bir, yargı değildir. ;Onun öne sürdüğü şey deneysel olarak araştırılamaz. Ancak bu aksiyomu tam bir kesinlikle doğru kabul ederiz ve dahası kendimizi onu doğru kabul etmek zorunda hissederiz. Çünkü bu noktadan verilen doğruya paralel olan bir ve yalnızca bir doğru çizebileceğimizi görmek için doğru çizgiyi ve onun dışında' kalan bir noktayı imgelemeye . kalkışmak yeterlidir. Duyu deneyi değil de saf sezgi, deneye başvurmadan yargı vermek içip yeterli bir temeldir. Matematiksel aksiyomların karakterine ilişkin bu görüşün başlıca temsilcisi onsekizinci yüzyıl Alman fılozofu İmmanuel Kant'tır.

Uygulamalı matematiğin savlarının a priori karakterine ilişkin - bizim görüşümüze göre yanlış olan- bu görüşle ilgili yoğun tartışmaların içine girmeksizin, ki bunun yeri burası değildir, yalnızca bu görüşün, matematiğin ondokuz ve yirminci yüzyıllardaki gelişmesinin bir sonucu olarak şiddetli bir darbe yediğinden söz edeceğiz. Ondokuzuncu yüzyılda, saf matematik alanı içinde, yukarıda sözü edilen paralel doğrularla ilgili aksiyomun, onuiıla uyuşmaz olan aksiyomlarla değiştirildiği Euklides-dışı geometriler kuruldu. Fransız bilim adamı H. Poincare bu Euklides dışı geometri sistemlerini uzlaşımcı bir yaklaşımla analiz ettikten sonra, birbirleriyle karşılıklı olarak uyuşmaz olan bu geometri sistemlerinden her birinin, onun içerdiği terimlerin günlük konuşma dilindeki anlamlarını spesifik bir yoldan daha tanı ve dakik hale getirdiğimiz taktirde; o uygulamalı' matematiğin bir dalı olarak düşünüldüğü zaman, tıpkı Euklidesçi sistem gibi, deneyle uyuşmasının sağlanabileceğini gösterdi. Son olarak, 20. yüzyılda görelik kuramının yaratıcısı Â.-Einstein, temelimiz olarak~-Euklides-dışı geometrilerden birini seçmek suretiyle, . bizim deney yoluylâ Kant'ın tek doğru ve a priori olarak kuşku duyulamaz bir geometri diye gördüğü Euklidesçi geometri sistemini seçmiş olsaydık elde edeceğimizden daha basit bir fızik sistemine vardığımızı gösterdi. Bu konu üzerinde daha ayrıntılı bilgi için, okuyucu özel ve teknik literatüre başvurmalıdır:

Matematiksel savlarla ilgili olarak apriorizm ve empirizm arasında ortaya çıkan tartışma hakkındaki bu not ve değerlendirmeleri bir karara bağlamak için, uygulamalı matematiğin savlarının sentetik a priori savların karakterine sahip olduğunu kabul eden herhangi bir apriorizm için söz konusu olan bir başka probleme işaret edeceğiz. Uygulamalı matematiğin sentetik savlan deney tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak doğrulanabilen ya da çürütülebilen şeyleri öne sürerler: Örneğin, bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğu savı, günlük konuşma dilindeki anlamı içinde alınırsa, bir başka deyişle uygulamalı matematiğin bir savı olarak görülürse, bir üçgenin iç açılarını ölçmek ve ölçümlerimizi toplamak suretiyle deneyin sınamasına tâbi tutulabilir. Apriorizmin yaptığı gibi, bu savın doğruluğunun a priori olarak garanti edildiğini kabul edersek, gelecekteki deneylerin sonuçlarıyla ilgili olarak a priori bir biçimde, yani her ne türden olursa olsun deneyden önce ve deneye hiç başvurmaksızın öndeyide bulunabildiğimiz şeklindeki hayret verici olguyla karşı karşıya kalırız. Bir üçgenin iç açılarına ilişkin ölçümlerimizin sonuçlarını beklemeden, bu sonuçların neler olacağına ilişkin olarak öndeyide bulunabiliriz. Bununla birlikte, fıziğin ya da diğer doğa bilimlerinin yasalarının oluşturduğu temel üzerinde; deneyin kendilerini daha sonra doğrulayacağı belirli olgulara ilişkin olarak öndeyide bulunduğumuz zaman, bu bizim üzerinde `durduğumuz; gelecekteki deneylerin sonucuna ilişkin öndeyi değildir. Fiziğin ve diğer doğa bilimlerinin yasalarının bizzat kendileri deneye dâyanır; bu yasaların oluşturduğu temel üzerinde gelecekteki olgulara ilişkin olarak öndeyide bulunurken, gelecekteki deneylerin sonuçlarını geçmiş deneyler temeli üzerinde öngörürüz. Oysa geometrinin yasaları, apriorizme göre, deneyler şöyle ya da böyle hiçbir ilişkileri olmayan savlardır. ' Geometrinin yasalarının oluşturduğu teme~t üzerinde gelecekteki deneysel olgulara ilişkin olarak öndeyide bulunduğum zaman, onları her tür deneyden bağımsız bir biçimde öngörür ve bu öndeyileri yalnızca akla dayandırırım. Onun değişik biçimlerinden hangisi sözkonusu olursa olsun, emprizm için bu problem varolamaz. Çünkü empirizm uygulamalı geometrinin sentetik savlarının tümünün doğa bilimlerin yasalarıyla aynı türden empirik yasalar olduklarını düşünür. Analitik geometrinin savları gerçekte a 'priori olup, deney tarafından ne doğrulanabilir ne de çürütülebilirler (Bkz. Ilımlı apriorizm alt-bölümü).

Bu, bununla birlikte,. gözlerimizi kapadığımız, kulaklarımızı tıkadığımız v.b.g., kısaca deneyle olan tüm bağlarımızı kestiğimiz ve geçmişin deneylerinden yararlanmadığımız zaman, gelecekteki deneylerin sonuçlarına ilişkin olarak yalnızca saf akılla öndeyide bulunabilmemizin nasıl olup da söz konusu olabildiğini açıklamak durumunda olan âpriorizm için ciddi bir problem oluşturur. Apriorizm her tür deneyden bağımsız olarak akılyürütmeyle, deneyin kendisi arasında ortaya çıkan şaşırtıcı uyumu açıklamak zorundadır.. Kant,. bu olguyu açıklamak için söz konusu uyumun deneyde kendileriyle ilişki içinde olduğumuz nesnelerin zihinden bağımsız olmayıp, bizzat zihin tarafından yaratıldıklaı7 olgusuyla açıklanmak durumunda olduklarını kabul etmenin zorunlu olduğunu gördü. Algi süreci, Kant'a göre, , yalnızca, bizden bağımsız olan bir gerçekliğin edilgen bir biçimde alınmasından oluşmaz; bu süreçte, bizden bağımsız bir gerçeklik tarafından harekete geçirilen zihinlerimiz, algının nesneleri adını verdiğimiz bu nesneleri yaratır. Bu nesneler bütünüyle ve tam olarak gerçek olan şeyler olmayıp, gerçek nesnelerin bir tür zihinsel tasarımlarıdırlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, zihnin bu zihinsel tasarımları yaratırken, onun her tür deneyden bağımsız olarak akıl yürütürken takip ettiği aynı mental kodifıkasyonları takip etmesidîr. Bu olgu bizim yalnızca, deneyde verilen nesnelerin kuruluşuna ilişkin mental kodifıkasyonlardan kalkıp, deneyi hiç beklemeden, a priori olarak bir rapor verebilmemizin ve bu a priori savların gelecek- teki deney tarafından doğrulanacak olmalarının nedenini açıklar. Kant'ın deneysel nesneleri, başka deyişle bizi çevreleyen doğayı meydana getiren nesneleri zihnin yaratıları olarak gören varsayımı, bu kitabın daha ileriki bölümlerinde tartışılabilecek olan İdealizmin farklı versiyonlarından birini oluşturur.

FENOMENOLOJİSTLERE GÖRE APRİORİ BİLGİNİN ÖZÜ

A priori bilgi, yaratıcısı ve başlıca temsilcisinin Alman fılozofu Edmund Husserl bulduğu, fenomenoloji adı verilen ünlü çağdaş felsefe okulunun ayrıntılı araştırmalarının ana konusunu oluşturuyor. Bu düşünür empirizmin maksimine eşdeğer olan bir mâksim kabul eder: Sözcüklerin anlamını açıklayan salt sözsel nitelikteki bir bilgiden. daha fazla bir şey olan her tür bilgi; deneye dayandırılmak zorundadır: Ancak bu maksimin Husserl için, onun empiristlerin gözünde taşıdığı anlamdan farklı bir anlamı vârdır. Deneyden, söz ettikleri zaman, empiristlerin zihninde yâ bize fiziksel nesnelerin ve fenomenlerin verildiği duyu-deneyi ya da bize zihinsel fenomenlerin verildiği içebakış vardır. Husserl, bununla birlikte, ne fiziksel ne de zihinsel dünyanın bir üyesi olan belirli varlıkların, duyu-deneyinde fiziksel fenomenler; içebakışta zihinsel fenomenler nasıl veriliyorlarsa, aynen o şekilde doğrudan ve aracısız olarak verildikleri başka bir deney türü daha olduğuna işaret eder. Fiziksel ve zihinsel dünyalar birlikte zaman içinde varolan gerçek varlıkların dünyasını oluşturur. Bu gerçek dünyadan başka Husserl'e göre ezeli ve ebedi olan ideal varlıkların oluşturduğu bir başka dünya daha vardır ( vardır diyoruz, çünkü Husserl'in kendisi bu dünyanın gerçek dünyayla aynı anlam içinde varolmadığını savunur) İdealar , şeylerin özleri bu dünyanın üyesidirler.

Husserl'in "şeylerin özleri" deyimiyle dile getirdiği özler oldukça : gizemli varlıklar olup; bunlar hemen hemen Platonik İdealara (Bkz., 8. Bölüm: Platonik İdealar alt-bölümü) karşılık gelirler. Belli bir türün bir örneği olarak belli bir şeyin özü, "kalem" türüdür; önündeki kağıt yaprağına çizilen ve kareye karşılık gelen bir çizimin özü, "kare" türüdür (genel olarak karedir) v.b.g. Şimdi Husserl şeylerin bu özlerinin bize tıpkı-duyu deneyindeki cisimler gibi aracısız olarak verildiklerini savlar. Masamı kaplayan kırmızı örtüye baktığım zaman, duyularımla bu somut şeyi algılarım, ancak . aynı anda zihnim de kırmızılığın özünün neden oluştuğunun bilincine varır. Kırmızılığın özüne ilişkin bu bilinçlilik, Husserl'e göre, duyu- deneyinden farklı bir doğrudan ve aracısız deney biçimidir. Bu iki deney biçimi arasındaki farklılıklar Husserl tarafından ayrıntılı olarak analiz edilmiştir: Bize kendisinde şeylerin özlerinin verildiği deneye Husserl (Wessenschau) adını verir. Özlere ilişkin bu sezgi temeli üzerinde, biz Husserl'e göre; duyu-deneyiyle ulaşamayacağımız~ , kendilerinden kuşku duyulamaz savlara ulaşırız. Böylelikle, örneğin kırmızılığın özüne ilişkin sezgi bize kırmızılığın mekândan ayrılamaz olduğu ve dolayısıyla kırmızı olan her şeyin yer kaplaması gerektiği kesin bilgisini sağlar. Kırmızı olanın yer kapladığı savı genel bir sav olup, tikel bir duyu algısı yalnızca' bu kırmızı şeyin yer kapladığı savını destekleyebileceğinden, tikel bir duyu algısına dayandırılamaz. Savımızın kuşku duyulamaz olduğu yerde, tümevarımsal sonuçlar kesin olmadığı için, savımıza birçok duyu-algısından yola çıkmak suretiyle, tümevarımsal bir yoldan da ulaşılamaz. Kırmızı olanın yer kapladığı savı, onda içerilen terimlerin anlamlarına ilişkin bir analize dayanmadığına göre, analitik bir sav da değildir: O öyleyse, duyu-deneyinden bağımsız ve bunun sonucu olarak a priori olan bir savdır; ancak o aynı zamanda,,analitik bir 'sav olmadığına göre; sentetik a priori bir savdır.

Fenomenolojistlere göre, ' matematiğin aksiyomları yalnızca, sayılar ve diğer matematiksel varlıklar hakkında özlere ilişkin daha önceki sezgiler aracılığıyla kazanılmış bilginin dilsel formülasyonlardır. "Doğal sayı", "nokta", ".doğru çizgi", "düzlem" gibi ifadeler kendilerine duyu-deneyi tarafından nüfuz edilebilir olan gerçek nesnelerin adları değildir. Onlar, bize fenomenolojistlerin özlere ilişkin sezgi adını verdikleri söz konusu deney biçimi içinde doğrudan ve aracısız olarak verilen ideal nesnelerin adlarıdırlar. Özlere ilişkin bu sezgi aracılığıyla, matema6ğin kendisine konu aldığı ideal varlıkların belirli özelliklerini, ilişkilerini, v.b.g.; bilme durumuna gelir ve aksiyomları formüle ederken, bu şekilde, kazanılmış bilgiye ilişkin olarak bir rapor veririz. Fenomenolojistler bizim aksiyomlar aracılığıyla, bazı insanların sandığı gibi, ideal varlıkları kurmadığımız ya da konstitüte etmediğimiz üzerinde ısrar ederler. İdeal varlıklar insanların irâdesiyle gerçek nesnelerden dahâ fazla yaratılamazlar. İdeal, varlıkların dünyası bizim düşünmemizden bağımsız olarak vardır. Bu dünyayı araştırmak matematiğin ve diğer a priori disiplinlerin işidir;Biz, ` onu aksiyomlardan mantıksal tümdengelimler aracılığıyla çeşitli sonuçlar çıkarsayarak araştırırız. Aksiyomların . kendileri boşluktan çıkartılmadıkları gibi bir uzlaşmayla kabul edilmiş de değildirler; onlar ideal matematiksel nesnelere ilişkin, tüm tümdengelimlere öncel olan öze ilişkin sezgiyle . kazanılmış, bilginin ifadesidirler. Boşluktan çıkarılmış, bilim adamının kırbacıyla dikte ettirilmiş ve bir öze ilişkin sezgiyle desteklenmemiş aksiyomlara dayanan matematik 'bir bütün olarak havada kalacak ve dolayısıyla, bilişsel bir değerden yoksun olan bir şey olacaktır.

Fenomenolojistlerin bu görüşlerinin yalnızca, savlarında yer alan terimlerin günlük konuşma dilindeki anlâmları içinde alındığı, uygulamalı matematikle ilgili olduğu çok açıktır: Ilımlı empirizm uygula- malı matematiğin aksiyomlarının, yalnızca onların analitik sâvlar olmamaları durumunda, empirik sınamaya konu olabileceklerini öne 'sürer. Öte yandan fenomenoloji ise analitik olmayan bu aksiyomlara a priori yargılar olma özelliğini yükler. Sentetik a priori yargıların meşruluğunu teslim ederken; fenomenoloji kendisini ılımlı apriorizmin tarafına oturtur.

Fenomenolojistlerin görüşlerine ilişkin daha âyrıntılı bir eleştirel analize kalkışmaksızın, burada tüm yönleriyle geliştiremeyeceğimiz bir değerlendirmede daha bulunacağı. Fenomenolojistlerin özlere ilişkin sezgi adını verdikleri şeye, aynı zamanda sözcüklerin anlamına ilişkin dikkatli bir inceleme adı verilebilir. Sonuncusuna da- yanan önermeler yalnızca kendilerinde içerilen terimleri açıklarlar ve dolayısıyla bunlar analitik önermelerdir. Bu durumda fenomenolojistler tarafından ılımlı empirizme yönelen eleştiriler düşer.

RASYONALİZM VE İRRASYONALİZM

Şimdi birbirlerine karşıt eğilimlerden oluşan ikinci çifti inceleyeceğiz: Rasyonalizm ve irrasyonalizm, ya da bir başka deyişle anti rasyonalizmle irrasyonalizm. Rasyonalist maksimler düşünce tarihinde çok sık olarak ortâya çıkarlar. Rasyonalist maksimlerin tarihin akışı içinde en fazla yoğunluk kazandıkları , ve en büyük etkiyi yaptıkları dönem, onların Aydınlanma çağının ideolojisinin özsel bir yönü oldukları onsekizinci yüzyıldı. Rasyonalizm -irrasyonalizme karşıt olarak- rasyonel bilgiye duyulan inancı - doğaüstü kaynaklardan kazanılan bilgiye,karşıt olarak duyulan inancı ifade eder. Bununla birlikte, bütün bu formülasyonlar oldukça genel tânımlar olup, pek elle tutulabilir gibi değildirler ve kolaylıkla bir- takım yanlış anlamaların kaynağı olma durumuna gelebilirler. Rasyonalizmin maksimi şimdiye dek belirtik bir biçimde (yani rasyonalizmin uygun ve yeterli bulacağı bir biçimde) formüle edilmiş değildir. Rasyonalizm, yetkin örneği bilimsel bilgi, ya da daha tam ve dakik bir biçimde söylendikte, yetkin örnekleri matematik ve doğa bilimleri olana biliş türüne değer verir. O vahye, kehanetlere, önsezilere, gaipten haber vermelere, kristal küre ile fal bakmaya, v.b.g.;ye dayanan biliş türlerini reddeder. Bilimsel bilgiyi bu diğer biliş türlerinden ayıran şeyin ne olduğunu söylemek; bununla birlikte kolay değildir.

Bilimsel bilgi belki en iyi bir biçimde onun yerine getirmek zorunda olduğu iki koşulu dile getirip vurgulamak suretiyle karakterize edilebilir. Bilimsel bilgi herşeyden önce, düşüncenin aktarılması için mecazlar, analojiler ve başkaca kısmî yollar olmaksızın, başkalarına harfi harfine ve gerçekten anlaşılan sözcüklerle iletilebilen düşünce içeriğidir: İkinci olârak, yalnızca, doğruluk ya da yanlışlıklarına ilke olarak kendisini uygun dışsal koşullar içinde bulan herhangi bir kimse tarafından karar verilebilen savlar, bilimsel bilgi adını alma iddiasında olabilirler. Kısacası; bilimsel bilgi intersübjektif olarak iletilebilir ve test edilebilir olan bilgidir:

İşte 'tam tamına bu intersübjektivite bilimsel bilginin temel özelliği olarak ortaya çıkar. Salt rasyonel bilgiye değer verirken, rasyonalizm yalnızca intersübjektif olarak iletilebilir ve test edilebilir bilgiyi değerli bulan bir şey olup çıkar. Rasyonalizmin yalnızca bu tür bir bilgiye değer vermesinin gerisinde yatan motif, salt toplumsal olan bir motiftir. Rasyonalizm; kanaatlerimiz sözcüklerle açık seçik olarak formüle edilebildiği ve (en azından ilke olarak) herkes onların doğruluklarından ya da yanlışlıklarından emin olabildiği zaman, kanaatlerimizi dile getirebileceğimizi ve onların herkes tarafından kabul edilmesini isteyebileceğimizi ilân eder: Burada gözetilen amaç, öncelikle, toplumu çoğu zaman duygusal bir yankısı olan ve bundan dolayı, bireyleri ve bütün toplumsal öbekleri ~ etkileyen . anlamsız klişelerin baskısından ve egemenliğinden kurtarmak, ikinci olarak da, yandaşları tarafından zaman zaman tam bir ikna gücüyle ilan edilen ancak başkaları tarafından sınanmaya uygun bir yapıda olmayan ve dolayısıyla yanlış olduğundan kuşkuya düşülebilecek görüşlerin eleştirisel olmayan kabulüne karşı korunma sağlamaktır. Amaç toplumu anlamsızlık ve yanlışlıktan korumaktır. Bu postüla, bir yolcuya yalnızca, o geçerli bir bilete sahip olabildiği ve biletin parasını ödemiş olmakla birlikte, onu göstermek istememesi söz konusu olmadığı zaman, seyahat etme izni veren demiryolu yönetiminin talebi kadar makûl ve anlaşılır görünür. Bu karşılaştırmada biletin parasını ödemek bir savın doğruluğuna, bileti göstermeye hazır olmak ' ise; bir kimsenin savın geçerli olup almadığıyla ilgili olarak kendin- den emin ve ikna olmuş hale gelebilmesi olasılığına karşılık gelir.

Rasyonel bilgi, bununla birlikte,. intersübjektif olma özelliği için yüksek bir ~bedel öder. 0 şematik ve soyut bir hale gelir ve nesnesiyle olan yakın ve özsel temasını , yitirir. Bunu bir örnek aracılığıyla açıklayacağız. Herkes deneyimlerine ilişkin olarak ayrıntılı bir bilgiye sahiptir. Vücudumda bir acı hissettiğim zamân, bu acı bana tüm somutluğu ve tüm nüanslarıyla verilir. Bununla birlikte, kendi. acımız hakkında bildiklerimizi birtakım mecazlar kullanmaksızın, açık seçik terimlerle dile getirmeye kalkıştığımız zaman, acımızla ilgili 'olarak bildiğimiz şeylerden; mecazlar olmaksızın, ne kadar azını ifade edebildiğimizi hemen farkedebiliriz. Belki acımın bulunduğu yeri gösterebiliriz; yine acının yoğunluğunu yaklaşık olarak betimleyebiliriz. Bunun ötesinde yapacağımız herşey birtakım mecazlar kullanmaktan ibarettir; acıyı zonklayan, iğne gibi batan, yanan, keskin, kör, v.b.g., bir şey olarak betimleriz (kullanılan mecazlar şunlardır: "sanki vücuduma çok sivri bir`. iğne batırılıyormuş gibi", "sanki bütün vücudum kızgın bir ateşte kavruluyor gibi"). Ancak kullandığımız bütün bu mecazlarâ rağmen acımız hakkında kendimizin sahip olduğu bilgiyi bir başkasına yalnızca sözcükler aracılığıyla aktaramayız. Konuşmamızın bu iş için yetersiz ve uygunsuz oluşu, bize doğrudan ve aracısız deneyde verilen nesneler ve olaylar hakkındaki somut bilgimizi tam ve eksiksiz olarak aktarmaya kalkıştığımızda, onu bize duyumsal deneyde verilen nesneleri betimlemek için kullandığımız zaman daha az çarpıcı olur. Ancak o şurada bile gözle görülür bir durumdadır: Belli bir nesnenin rengini betimlemek istediğim ve onu "kırmızı" ya da "açık kırmızı" diye adlandırdığım, ya da daha spesifık bir renkten söz ettiğim zaman, bu betimleme daima söz konusu rengin az sayıdaki farklı nüanslarına uygun gelecektir. Demek ki, bize doğrudan ve aracısız deneyde verilen nesneler hakkındaki bilgimiz- den başkalarına aktarılabilen, her zaman yalnızca, dinleyicinin kendi sorumluluğuna göre içini somut içerikle dolduracağı bir şema; bir soyutlamadır ve o betimlemelerimizde kullanılan sözcükler aracılığıyla aktarmaya çalıştığımız içerikle zorunlu olarak özdeş değildir. Nesnelere ilişkin bilgimizden sözcüklerle aktarılabilen, bu nesnelere ilişkin doğrudan ve aracısız deneyin yerini tutamaz. Nesnelere ilişkin bilgimiz her zaman belirli bir uzaklığı koruyacak ve .onlarla (fıziksel dünyanın nesnelerini düşünürsek) bu nesneleri algılamak ya da (kendi zihinsel hallerimizi düşünürsek) bu halleri tecrübe etmek suretiyle bu nesnelerle kurduğumuz temas türünden yakın ve özsel bir teması dile getirmeyecektir.

Rasyonalizme karşı çıkanlar rasyonel bilginin şematik ve soyut olup, nesnelerle yakın ve özsel bir temastan yoksun olduğuna işaret ederler. Rasyonalizme karşı çıkanlar râsyonel bilginin uygulama ve eylem için taşıdığı önemi tanırlar, ancak onun nesnelerle kurulan doğrudan ve aracısız temas yoluyla kazanılan bilginin temel özelliği olup intersübjektif süzcüklerle dile getirilemez olan tamlığa sahip olmadığını dile getirirler. Onlar dile getirilemez, sözcüklere dökülemez olan bu bilgiye en azından rasyonel bilgi kadar önem ve değer verilmesi gerektiğini öne sürerler. Yakın zamanlarda rasyonalizmin en büyük karşıtlarından biri, (analiz adını verdiği) rasyonel bilgi- nin karşısına, .sözcüklerle dile getirilemez olan, ancak bize yalnızca onun şemasını değil de, gerçekliğin kendisini sınırlama olmaksızın bilme olanağı veren getiren Fransız fılozofu Bergson olmuştur.

Rasyonalizmin karşıtlarına irrasyonalistler adı verilir. İrrasyonalizmin temsilcieri düşünce tarihinin oldukça erken çağlarından başlayarak ortaya çıkarlar. Herşeyden önce, her türden mistik bu kategori içinde yer alır. Mistiklerle, mistik vecd adı verilen özel ve alışılmadık deney türlerine sahip olan insanları kastediyoruz. Bu deneylerde, mistikler, çoğu zaman Tanrının varoluşuyla ilgili olarak; (akılyürütme ve dikkatli; titiz gözlemler aracılığıyla söz konusu olmayan) öznel kesinliğe ulaştıkları vahiy ve başkaca dinsel tecrübeleri yaşarlar. Tanrı'nın varoluşunu, onunla yüz yüze geliyormuşçasına, doğrudan ve aracısız bir biçimde tecrübe 'ederler, ondan talimatlar, öğütler ve buyruklar alırlar. Bu türden deneyleri yaşayan insanlar vecd hallerinde kazandıkları bilginin kesinliğine ilişkin inançlardan birtakım nedenler göstermek suretiyle vazgeçirilemezler; onlar rasyonalistlerin onların inançları hakkındaki yargılarıyla daha bile az sarsılırlar. Bu insanların bilgilerinin kesinliği çok büyüktür ve onların bu bilgi sayesinde kazandıkları yeni ufuklar, dünyaya ilişkin yeni görü, yaşamın tamlığı ve bütünlüğü, onlar için kendilerinden vazgeçilmeyecek kadar değerlidir. Onlar, tezlerini yeterince haklı kılmadıkları için, bu tezlerini öne sürmekten kendilerini alıkoymak durumunda oldukları hususunda ikna edilemezler. Şu halde rasyonalistin mistiği ikna etmeye ve onu apostolik misyonunu yerine getirmekten alıkoymaya çalışması boşuna bir çalışmadır. Bununla birlikte, rasyonalistin sesi güçlü ve sağlam bir tepkidir; ö aralarında hasta imgeleminin ürünlerini dile getiren bir deli ve başkalarını bencilce ve değersiz amaçlan için kendi görüşlerine döndürmek isteyen bir sahtekâr kadar, aldığı vahyi topluma ilan eden bir azizin de bulunabileceği .denetlenemez güçler tarafından ele geçirilme tehlikelerine karşı, toplumun kendini koruma. ve savunma eylemidir. Kişinin, kendisini "hakikat"in sesini kaçırmak korkusuyla, çoğu zaman sağlıklı ve yararlı olmaktan çok zararlı olabilen her türden denetlenemez besinlerle beslenmeye bırakmaktansa, aklın sağlam ancak ölçülü besinlerine dayanması çok daha iyidir.

TEMEL KAVRAMLAR VE KURAMLAR
K.Ajdukiewicz
Çev:Ahmet Cevizci
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst