niquore
Banned
Mecnun'suz bir leyle-i Leylâ'da, kar yağarken sokaklara, düşlerim üşüyor gizlice. Kafam kurulu bir saat gibi. Hep aynı yerde ve hep aynı zamanda ve hep aynı şeyleri sorguluyor. Zorlu bir süreçti. Bitmişti. O'nun deyimiyle çok acı çekmiştim. Yani acılarıma değmiştim. O, olması gerekendi; ya bu? Buna ne demeli? İkinci ve daha zorlu bir süreç. Bu sefer gerçekten yalnızdım. O çekip gitmişti. Cebinde korkuları vardı. Evini çantasında, yüreğini kafasında taşıyan çocuk yoktu artık.
Taksim'in insan kokan, isyan tüten caddelerinde, saatler tam akşamı gösterirken, korku, ümit ve heyecan sağanağı altındaki buluşmalarımız, sararmış mektuplardan süzülen yalnızlıklara dönüşmüştü çoktan.
'Nereye gidelim', rutin sorusu sorulur. (Önce içecek birşeyler alınmalı. Caddenin başında ve ortasında bulunan bayilerden birine insiyakî bir hareketle yönelinir. O şey alınır. Paranın üstü intizamsız ve gayri ihtiyari bir biçimde çantanın ön tarafına atılır.)
Soru hâlâ cevapsızdır.
- Nereye gidiyoruz?
Açıkçası -kapalısı neyse- ben buraları fazla bilmiyorumların arkasına şemsiyesiz bir yağmur vakti gibi sığınışlar.
Ben de bilmiyorum, itirafları.
Başımız ayaklarımıza ram olmuş. Sürükleniyoruz biteviye. Nereye? Her zamanki gibi. Karar verilmiştir.
Bizim dışımızda. Bizim için.
Gidilir. Önce çantalarımıza ve montlarımıza yer bulunur. Onlar itina ile yerleştirilir. Bulundukları yerde bizim hiç ulaşamayacağımız huzura terk edilir. Sonra o, ya da değişen her günle ben otururuz. Ki mesafe fazla olmamalı. Mutlaka. Seslerimiz birbirine değmeli, ellerimizin aksine. Mesafe önemli. Hem de çok. Duyabileceğimiz kadar yakın, dokunamayacağımız kadar uzakken birbirimize, beklenen soru ve çoğu zaman beklenmeyen cevapla yolculuk başlar.
- Nasıldı günün?
- ..............
- Nasıldı dünün?
- ................
Di'li geçmiş zamanlardan soğuk bir esinti. Dün ve gün arasında hiç olmayan benzerlik, di'li geçmiş zamanlara ait soru ekiyle var edilmeye çalışılıyordu. Dün güne ait, günse yarına ait anlamsız sorularla süsleniyorsa; ne düne, ne güne ne de yarına dair söyleyecek bir şey bulamıyordunuz. Yapacağınız tek şey, bütün anlamalarınızı yok eden bir anlamsızlıkla ruhunuzun derinliklerinde gezinen bir çift bakışta, gecikmiş bir imdat çağrısını başlatmaktır.
Parmaklarınız bir türlü çözülemeyen dilinize tercüman birbiriyle kenetlenince ve siz kelimeleri derin bir kuyudan çıkarır gibi olunca...
Soru değiştirilir ansızın. Kışın bahara inkılabı gibi ilk önce ince ve derinden bir sızı ile sarsılır yüreğiniz. Anlatmaya başlarsınız. Ki aslında anlattıklarınız asla anlatmak istemeyeceklerinizdir. Kurulu cümleleriniz, savruk, hercai ve kırılgan bir sonbahar gibi terketmiştir sizi. Dudaklarınızdan dökülen ağırbaşlı bir kıştır oysa. Korkunç ayazı, bitmeyen yağmurları ve hiç doğmayan güneşi ile bir kış masalını anlatmaya başlarsınız...
- ....Çocuktum... Yağmurla dans eder, gökkuşağı ile evcilik oynardım. Rüzgâr saçlarımı tarar, güneş gülümser ve dolunaysız asla uyumazdım. Yıldızlardan mısralar okurdum da kimseler duymazdı beni. Tıpkı bir portakal ağacının altında ağladığımda gözyaşlarımı kimsenin görmediği gibi. Yani...
Üç nokta ile başlayınca cümlelerinize, nokta koyamamıştınız yine.
Ve aslında siz başlarken bitmiştir her şey ..
O, meşrubatını çoktan bitirmiştir. Sizinki ise bir türlü sonu gelmeyen öyküleriniz gibi hep yarımdır. Siz öykünüzü tamamlamaya çalışırken...
- Meşrubatını içmeyecek misin?
- Alabilirsin.
Yarım kalan meşrubatınız, bir başka bardağın misafiri olurken, siz sadece kendinize misafir olabilirdiniz.
- Haftaya görüşelim.
- Tamam ..
- Ararsın beni.
- Tamam ..
Bu tamamlar benim mi? Bunca 'hayır' demişken her şeye.
Tamam. Tamam. Tamam. Her şeye tamam. Sorgusuz. Sualsiz. Bu baş eğiş niye? Tam da yeni bir soruya hazırlarken kendinizi...
- Kalkalım mı?
- Kalkalım.
Eliniz çoktan cebinize ulaşmıştır bile. Eğer unutmadıysanız tabiî. Akşamın, mesafenin, soruların, cevapların, yalnızlığın, sükûtun, gözyaşlarının bedeli ödenir sessizce. Huzura terk edilmiş montlarınızı büyük bir huzursuzlukla sırtınıza alırsınız. Omuzladığınız, gençliğinizdir aslında.
- Hoşçakal.
Zoraki bir tebessüm, dudaklarınızın kenarında. Dokunsanız yok olacak sanki.
- Hoşçakal. Kendine iyi bak.
- Sen de...
Son kelime boşlukta yankılanır gibi çınlar kulaklarınızda. Acının fiziği aşıp metafizik bir dokunuşla ruhunuza değdiği andır. İçiniz, hiçbir zaman gül mevsimi olmamış içiniz, bir çocuk gibi ağlamaya başlar. Oysa gözlerinizde bir damla yaş yoktur. Taksim asırlık yalnızlığını boca ederken üzerinize, siz montunuza daha sıkı sarılırsınız. Güneşin sırrını gizlediği yıldızlar, bir bir gülümserken gökyüzünde, anlarsınız gecenin başlamış olduğunu.
Mevsim kış. Dudaklarınızda beyaz bir dua. Ve yalnızsınız bir gece daha...
Beria ÖZKAYA
Taksim'in insan kokan, isyan tüten caddelerinde, saatler tam akşamı gösterirken, korku, ümit ve heyecan sağanağı altındaki buluşmalarımız, sararmış mektuplardan süzülen yalnızlıklara dönüşmüştü çoktan.
'Nereye gidelim', rutin sorusu sorulur. (Önce içecek birşeyler alınmalı. Caddenin başında ve ortasında bulunan bayilerden birine insiyakî bir hareketle yönelinir. O şey alınır. Paranın üstü intizamsız ve gayri ihtiyari bir biçimde çantanın ön tarafına atılır.)
Soru hâlâ cevapsızdır.
- Nereye gidiyoruz?
Açıkçası -kapalısı neyse- ben buraları fazla bilmiyorumların arkasına şemsiyesiz bir yağmur vakti gibi sığınışlar.
Ben de bilmiyorum, itirafları.
Başımız ayaklarımıza ram olmuş. Sürükleniyoruz biteviye. Nereye? Her zamanki gibi. Karar verilmiştir.
Bizim dışımızda. Bizim için.
Gidilir. Önce çantalarımıza ve montlarımıza yer bulunur. Onlar itina ile yerleştirilir. Bulundukları yerde bizim hiç ulaşamayacağımız huzura terk edilir. Sonra o, ya da değişen her günle ben otururuz. Ki mesafe fazla olmamalı. Mutlaka. Seslerimiz birbirine değmeli, ellerimizin aksine. Mesafe önemli. Hem de çok. Duyabileceğimiz kadar yakın, dokunamayacağımız kadar uzakken birbirimize, beklenen soru ve çoğu zaman beklenmeyen cevapla yolculuk başlar.
- Nasıldı günün?
- ..............
- Nasıldı dünün?
- ................
Di'li geçmiş zamanlardan soğuk bir esinti. Dün ve gün arasında hiç olmayan benzerlik, di'li geçmiş zamanlara ait soru ekiyle var edilmeye çalışılıyordu. Dün güne ait, günse yarına ait anlamsız sorularla süsleniyorsa; ne düne, ne güne ne de yarına dair söyleyecek bir şey bulamıyordunuz. Yapacağınız tek şey, bütün anlamalarınızı yok eden bir anlamsızlıkla ruhunuzun derinliklerinde gezinen bir çift bakışta, gecikmiş bir imdat çağrısını başlatmaktır.
Parmaklarınız bir türlü çözülemeyen dilinize tercüman birbiriyle kenetlenince ve siz kelimeleri derin bir kuyudan çıkarır gibi olunca...
Soru değiştirilir ansızın. Kışın bahara inkılabı gibi ilk önce ince ve derinden bir sızı ile sarsılır yüreğiniz. Anlatmaya başlarsınız. Ki aslında anlattıklarınız asla anlatmak istemeyeceklerinizdir. Kurulu cümleleriniz, savruk, hercai ve kırılgan bir sonbahar gibi terketmiştir sizi. Dudaklarınızdan dökülen ağırbaşlı bir kıştır oysa. Korkunç ayazı, bitmeyen yağmurları ve hiç doğmayan güneşi ile bir kış masalını anlatmaya başlarsınız...
- ....Çocuktum... Yağmurla dans eder, gökkuşağı ile evcilik oynardım. Rüzgâr saçlarımı tarar, güneş gülümser ve dolunaysız asla uyumazdım. Yıldızlardan mısralar okurdum da kimseler duymazdı beni. Tıpkı bir portakal ağacının altında ağladığımda gözyaşlarımı kimsenin görmediği gibi. Yani...
Üç nokta ile başlayınca cümlelerinize, nokta koyamamıştınız yine.
Ve aslında siz başlarken bitmiştir her şey ..
O, meşrubatını çoktan bitirmiştir. Sizinki ise bir türlü sonu gelmeyen öyküleriniz gibi hep yarımdır. Siz öykünüzü tamamlamaya çalışırken...
- Meşrubatını içmeyecek misin?
- Alabilirsin.
Yarım kalan meşrubatınız, bir başka bardağın misafiri olurken, siz sadece kendinize misafir olabilirdiniz.
- Haftaya görüşelim.
- Tamam ..
- Ararsın beni.
- Tamam ..
Bu tamamlar benim mi? Bunca 'hayır' demişken her şeye.
Tamam. Tamam. Tamam. Her şeye tamam. Sorgusuz. Sualsiz. Bu baş eğiş niye? Tam da yeni bir soruya hazırlarken kendinizi...
- Kalkalım mı?
- Kalkalım.
Eliniz çoktan cebinize ulaşmıştır bile. Eğer unutmadıysanız tabiî. Akşamın, mesafenin, soruların, cevapların, yalnızlığın, sükûtun, gözyaşlarının bedeli ödenir sessizce. Huzura terk edilmiş montlarınızı büyük bir huzursuzlukla sırtınıza alırsınız. Omuzladığınız, gençliğinizdir aslında.
- Hoşçakal.
Zoraki bir tebessüm, dudaklarınızın kenarında. Dokunsanız yok olacak sanki.
- Hoşçakal. Kendine iyi bak.
- Sen de...
Son kelime boşlukta yankılanır gibi çınlar kulaklarınızda. Acının fiziği aşıp metafizik bir dokunuşla ruhunuza değdiği andır. İçiniz, hiçbir zaman gül mevsimi olmamış içiniz, bir çocuk gibi ağlamaya başlar. Oysa gözlerinizde bir damla yaş yoktur. Taksim asırlık yalnızlığını boca ederken üzerinize, siz montunuza daha sıkı sarılırsınız. Güneşin sırrını gizlediği yıldızlar, bir bir gülümserken gökyüzünde, anlarsınız gecenin başlamış olduğunu.
Mevsim kış. Dudaklarınızda beyaz bir dua. Ve yalnızsınız bir gece daha...
Beria ÖZKAYA