Bende Bir İnsanım... Kutsi bir kuvvetim yoktur ki!

AnKaRaLiM

Kayıtlı Üye
Osmanlı Devleti'nin sonu gelmek üzere olan o karanlık günlerde Mustafa Kemal Halep'te bulunuyor ve İstanbul'a gidecek. Ama tiren bileti alacak kadar bile parası yok. Tek varlığı zamanla edindiği ve yetiştirdiği atlar, kısraklar. Tek çare, bunları satmak. Gerçi, o denli sevdiği bu hayvanlardan ayrılmak da güç geliyor ona. Ama satacak, para edecek başka hiçbir şeye sahip değil.

"-Salih, bu atlardan birkaçını satıp da İstanbul'a gidebilirim."

Salih (Bozok) atları satma görevini üstleniyor, fakat tek bir alıcı çıkmayacak. Subayların hiçbirinin durumu Mustafa Kemal'den başkaca değil. Halep'in hali vakti yerinde olanlarının çoğu at meraklısı ama atları alsalar, seferberlik var, ülke savaşta, ordu tüm hayvanlara el koyuyor. Tam bir çıkmaz, çaresizlik...

İşte tam da bu günlerde Dördüncü Ordu Komutanı Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Mustafa Kemal'le Halep'te buluşacak. Cemal Paşa'nın Mustafa Kemal'e eskiden beri sevgisi ve bağlılığı var. Birçok konuda da görüş birliği içindeler. Bir ara söz dönüp dolaşıp Mustafa Kemal'in para sıkıntısı içinde olduğuna ve atlarına da geliyor:

"-Cemal Paşa, benim bazı cins at ve kısraklarım var. Bunları satmak ihtiyacındayım; isteklisi çıkmadı. Siz buranın eski komutanısınız, bana bir yol gösterir misiniz?"
"-At ve kısraklarınızı önce baytarlarıma muayene ettireyim."
"-Diyarbakır'da iken, Alman ve Avusturyalılar, bu atlarla kısrakların önemli bir servet olduğunu söylediler, kıymetlerinden şüphe etmiyorum, ama öyle yapınız..."
Ve Cemal Paşa, tüm at ve kısrakları iki bin altına alıyor!...
Mustafa Kemal'in İstanbul'a gelebilmesi, savaşımına başlayabilmesi çok sevdiği, yıllardır edindiği, yetiştirdiği at ve kısraklarının sayesinde...
Dahası, Cemal Paşa, bu hayvanları sonradan beş bin altına satacak ve atların ve kısrakların değeri iki bin değil, beş bin altmmış diyerek aradaki üç bin altını Mustafa Kemal'e gönderecektir. Ve Gazi Mustafa Kemal Paşa da, yıllar sonra diyecektir ki:

"-Bu para, yeni girişimlerimde bana destek olmuştur. Bunu belirtmeyi görev sayarım." (3)

Atlarından, kısraklarından ayrılması kuşkusuz onu çok üzmüştü. Çünkü atları o kadar çok seviyordu ki... Bir tutku idi at sevgisi onda. Onları okşarken elleri sevgi ile titrer gözleri parlardı. Onlarla konuşurdu da. Ve bu sevgi karşılıklıydı. Seyislerine huysuzluk yapan atlar onu karşılarında görünce hemen terslenmeyi keserlerdi. (4)

Nerdeyse çocukları sevdiğince severdi atlarını... Ankara'da Çiftlik'deki taylarından biri ruam hastalığına yakalanıp da öldürülmesi gerektiğinde, ellerine lastik eldivenler geçirerek tayı birkaç kez okşamadan öldürmelerine izin veremeyecek, hayvanı okşarken de gözyaşlarını tutamayacak ve ağzından şu sözler dökülecektir:

"-Çocuğum olmadığında hikmet ve isabet varmış. Eğer bir evlat kaybetmek felâketine uğrasaydım kalbim bu elem ve kedere dayanamazdı." (5)

Atları onun arkadaşları gibiydi de. Hem de ölümleri ona gözyaşı döktürecek denli sevdiği arkadaşlar...

"-Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün Sabiha..." dediğinde acı içinde, Sabiha Gökçen birden irkilecek, o günlerde Gazi Paşa'nın yakınları arasında ölümcül bir hastalığa yakalanmış kim var diye belleğini zorlayacak, çıkaramaymca da Gazi böylesine üzgün olduğuna göre ölümüne yandığı bu arkadaşının bilmediği ama mutlaka çok sevdiği biri olduğunu düşünürken içeriye Gazi'nin tabancasını elinde tutarak giren bir dosta onun:


"-Durumu nasıl? Hiç umut yok mu?"diye sorması karşısında şaşkınlığı daha artacaktı.
"-Maalesef Paşam! Yok... Herkes elinden geleni yaptı. Böyle daha fazla acı çekmesine müsaade etmeseniz iyi olur... Bir şey daha söylemek isterim... Gözleri sanki sizi arar gibi..."

"-Arar, arar ya... Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakâr ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar. Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti. O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma..."

Evet, o çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı, umar da yoktu, vurulması gerekiyordu acısını dindirmek için. Ona karşı bu son görevi de sahibi yapmalıydı.

Silahını aldı, ahıra doğru yürüdü. Hayvanın ağzından köpükler saçılıyor, karnı acı içinde kasılıp duruyordu.

Gazi, eğildi, mendili ile köpüklerini sildi, yelesini okşadı atının.

"-Oğlum, oğlum! Şimdi bütün acıların dinecek!..."

Öptü onu birkaç kez.

"-Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni?"

Doğruldu, silahını hayvanın tam altına doğrulttu. Parmağı tetikte. Ama öyle kalakaldı. Bir yontu gibi. Ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. Yağmur yağarcasına.

"-Alın! Alın! Götürün hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün. Acı çektirmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vuramamışımdır! Bana bunu yaptırmayın..."

Gazi, uzunca bir süre ata binemeyecekti.. (6)

Ve günlerden bir gün Çankaya'dayız, sofrasında konukları bulunduğu o gecelerden birinde Gazi yaverlerine buyuruyor:

"-İki gün önce bizim atlardan biri doğurdu. Alıp onları buraya getiriniz."

Konuklar, herkes şaşkın. Salona at getirilir mi hiç? Yaver, duraksıyor.

Gazi'nin,
"-Sevelim, görelim, okşayalım." sözleri şaşkınlığa, duraksamaya bir son veriyor.

Çok geçmeden tay ve annesi Yıldız, bakıcıları Kerim'in yedeğinde şeref salonunda. Salonda ayakları kaymasın diye geçecekleri ve duracakları yerlere halılar, kilimler serilmiş. Gazi, onları ayrı ayrı sevmekte ve eliyle kesme şeker yedirmekte... (7)



DÜŞMAN KARŞISINDA



30 Ağustos utkusunun ertesi sabahının erken saatlerinde Mustafa Kemal Paşa savaş alanını geziyordu.

Binlerce Yunan askerinin cesetleri atların, topçu hayvanlarının ölüleriyle yan yana, üst üste... Tüyler ürperten korkunç bir görüntü... Başkomutanın utku sevinci gölgeleniyor, içindeki acı yüzüne, bakışlarına yansıyor.

"-İnsanlığı utandıracak bir görüntü bu. Ama vatanımızı savunmak bizi zorladı buna."

Bakışları biraz ilerde yere düşmüş bir Yunan bayrağına iliştiğinde ise dudaklarından şu sözlükler dökülecek:

"-Bayrak bağımsızlık simgesidir. Düşmanın da olsa saygı göstermek gerek. Bayrağı yerden kaldırıp topun üzerine koyun!" (

Şimdi de düşmanın elinden kurtarılan İzmir'deyiz. Karşıyaka'da başkomutanın kalması için, yakınları Yunanlılar'ın elinde tutsak olan bir baba oğul, evlerini hazırlamışlar. Bu evde Yunan komutanları ve hatta Kral Konstantin de kalmış. Yunan Kralı, eve, merdivenlere ayakları altına serilen Türk bayrağını çiğneyerek girmiş. Acılı baba oğulun, İzmir halkının içine işlemiş bu aşağılanma. Bu kere bir Yunan bayrağı aynı merdivenlere serili duruyor. Öc alınacak, şimdi sıra Mustafa Kemal Paşa'nın Yunan bayrağını çiğneyerek eve girmesinde:

"-Lütfedin, bu karşılıkla bu lekeyi silin!..."

Ne ki, Paşa'nın tepkisi hiç de bekledikleri gibi değil:
"-O, geçmişse hata etmiş; bir milletin onuru olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar etmem. Bayrağı kaldırın yerden"

Yunan'ı denize dökmüştü ama düşmanının onurunun ayaklar altına alınmasına izin veremezdi. 9

Nasıl ki, Yunan komutanı Trikopis tutsak edildiği günlerde, Paşa'nın hizmetinde bulunan Bekir Çavuş, karargahtaki çoban köpeklerinden birinin adını Trikopis koyduğunda buna izin vermemiş ve köpeğin adını, Bekir Çavuş'u kırmak pahasına da olsa onu zorlayarak değiştirtmişse... (10)

Öteki Yunan komutanları ile birlikte tutsak edildiğinde, "İntihar etmeliydim" diyen Trikopis'i avutan, acısını dindirmeğe çalışan da oydu:

"-Vicdanınıza karşı vazifenizi yaptığınıza kani iseniz müsterih olabilirsiniz. En büyük kumandanların bile esir oldukları tarihlerde yazılıdır. Meselâ size Napolyon'u gösterebilirim."

Sonra İsmet Paşa'ya dönerek:
"-Kumandanlar yorgundur. İstirahatlarını temin buyurursunuz." demekle de kalmamış, tek tek ellerini sıkarken ayrıca:

"-Bizim misafirlerimsiniz, her suretle emin ve müsterih olabilirsiniz. Bir arzunuz olursa bize bildiriniz." diyerek gönüllerini almıştı. (11)

Bu yücelik yalnızca düşman komutanları için de değildi. Sıradan tutsaklar da onun kanatları altındaydılar. Öylesine ki, Çankaya'da köşkün bahçesinden küfürlerle karışık bir bağırtı yükselince pencereye gidip dışarıya baktığında büyük bir kızgınlıkla ağzından şu sözler dökülecekti:
"-Bak, bak... Bu bunak adam ne yapıyor! Yahu hiç insan dövülür mü? Bu ne hamakat!... Çabuk koş, mani ol ve oradaki adamları köşke getir..."

Gazi'nin yüzü hiddetinden kıpkırmızı olmuştu.

Kimi Yunan tutsakları Ankara'da yapı ve tarım işlerinde çalıştırılıyordu. Bir bölümü de Çankaya'daki köşkün bahçesinde.

Hasan Rıza Soyak koşarak bahçeye inecekti. Olay şuymuş: Ülkelerine geri gönderilecek olan bu tutsaklardan kimileri, Gazi'nin sigaralarından çalmışlarmış. O yaşlı subay da bunların bohçalarını kontrol ederken sigaraları yakalamış. Hırsızları dövüyor. Ama anlaşılan köşkün adamlarından biri onlara acıyarak sigaraları onlara vermiş olmalı.

Hasan Rıza Soyak, tutsakları yanına alıp köşke götürdüğünde Gazi de aşağı inmiş bulunuyordu. Tutsaklardan biri onu görünce korkudan düşüp bayılacaktı. Gazi, hemen su ve kolonya getirterek tutsağın ayıltılmasım buyuracak, içerden getirttiği kendi sigara paketlerini onlara dağıtacak, bu kötü davranıştan üzüldüğünü söyleyecek, onlara para verecek ve iyi yolculuklar dileyecekti.

Tutsaklar köşkten ayrılırlarken minnet gözyaşları içindeydiler.

O yaşlı subay ise, artık köşkte barmdırılmayarak kıtasına geri gönderilecekti. (12)

Gazi'nin yüreği düşmanının kanlar içinde resmedilmesine bile katlanamıyordu. Eski bir dostu ona armağan olarak gönderdiği bir tabloyu gördüğünde birdenbire yüzü karışacak, kızgınlıkla bağıracaktı:

"-Kapatın, kaldırın şunu!... Ne iğrenç manzara... Gönderenin şaşarım aklı perişanına, ahmak..."

Tabloda görünen şöyle: Yerde bir Yunan Efzun askeri sırt üst yatmış, bir Osmanlı askeri ayağı ile onun göğsüne basmış, süngüsünü saplamış, süngünün saplandığı yerden kanlar akıyor. (13)

Ve yıl, 1930.

Mustafa Kemal Paşa'nın denize döktüğü, Anadolu'da binlerce vatandaşını savaş alanlarında yitiren, ama Türk halkına her türlü zulmü reva gören, yaşlı, kadın çocuk demeden insanları hunharca öldüren, kadınların kızların ırzına geçen o Yunanlılar'in başbakanı Venizelos, Nobel Barış Ödülü Komitesi'ne bu ödülün Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya verilmesi için başvuracak. (14)

Venizelos, Mustafa Kemal Paşa'nın 1922 yazında General Townshend ile son görüşmesinde, kolundaki saati çıkararak ona verdiğinde,

"-Bu saati bana Anafartalar'da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz subayının kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın adı yazılı. Bu subayın ailesini arattım, bulamadım, İngiltere'ye döndüğünüzde ailesini bulur, saati verirseniz çok memnun olurum." dediğini (15) bilseydi acaba yalnızca Nobel Barış Ödülü'ne aday göstermekle yetinir miydi dersiniz?


"BEN KANA BAKAMAM"

"-Aman, çabuk gidin söyleyin; şu kuzuyu kesmesinler!"

Mustafa Kemal Paşa'nın buyruğu üzerine Ruşen Eşref aşağıya bahçeye koştu, fakat yetişememişti. Düşmanı denize döken, İzmir'i özgürlüğüne kavuşturan Mustafa Kemal Paşa, uğruna İzmirliler'in kurban ettikleri kuzuyu ölümden kurtaramamış, geç kalmıştı. O masum kuzunun kanı şimdi çiçekleri suluyordu.

Ruşen Eşref, bakışlarını çaresizlik içinde Mustafa Kemal'in kuzuyu gördüğü pencereye çevirdi. Boştu. Paşa, kuzunun boğazlanmasına dayanamamış, çekilmişti pencereden. (16)

Hayvanların incitilmesine, hele kurban edilmelerine hiçbir zaman katlanamamıştı. Yaşamının sonuna değin de, gittiği yerlerde hayvanların kesilmesini hep önlemeye çalışacaktı ama çoğu kere boş yere. Hele, 1923 yılında Tarsus'a gittiğinde esnaf dernekleri istasyondan kente yol boyunca arka arkaya kurban kesip durduklarında, bu kıyım karşısında elinden bir şey gelmeyen Gazi, başını hep başka yana çevirecek, kanlı görüntüleri görmemek için çabalayacaktı. Onun, kendi onuruna kesilen bu hayvanları görmemek için giderek daha çok dikkatleri çeken bu davranışı karşısında eşi Latife Hanım irkilerek:

"-Ne oluyorsunuz?" diye sormaktan kendini alamayınca, Gazi:
-"Hiç kurbana bakamam" diyecekti.

Yaşamı savaş alanlarında kan ve ateşle yoğrularak geçen, ölümü hiçe sayan, her utkusundan sonra savaş alanını gezerken şehitlerin ve düşman askerlerinin cesetlerinin üzerinden atlayan Gazi, kurban kesilmesine dayanamıyordu işte!... (17)

İran Şahı Rıza Pehlevi Türkiye'ye geldiğinde de birlikte çıktıkları yurt gezisinde Çanakkale yakınlarında bir askerî garnizonun temel atma töreninde Gazi, tam da kendisi konuştuğu sırada bir koyunun temele doğru yatırılarak boğazlanacağı görünce, konuşmasını birden keserek:

-"Durunuz!" diye bağıracaktı.

Gerçi, sonuçta hayvanın kesilmesini yine engelleyemeyecekti ama gözünün önünde boğazlanmasına da katlanacak değildi ya!

Konuşması bitince:

"-Şimdi yapacağınızı yapınız..." diyecek, ama başını başka yöne çevirecekti.

Şah, şaşırıp kalmıştı. Soran bakışlarla: "-Hazreti Gazi?..." diyecekti.

O ise, Şah'in sözünü keserek onun şaşkınlığını daha da arttıracaktı:

"-Ben kana bakamam. Bir tavuğun dahi boğazlanmasına tahammül edemem."

"-Fakat bu kadar çok bulunduğunuz muhabere meydanları..."

"-Ha... O başka mesele. Öyle yerlerde cesetlerin üzerinden atlayarak giderim. O, bambaşka bir iştir." (18)



"Karşıyaka'da İzmir'in Gülü"

Köşkte o gece yine Saz Heyeti var. Atatürk'ün sevdiği şarkılar, türküler birbirini izliyor:

"Cânâ rakibi handan edersin"
"Kaçma mecburundan ey ahuyu vahşi ülfet et"
"Habgâhı yâre girdim arz için ahvalimi
Bir perişan halini gördüm unuttum halimi"
"Mani oluyor halimi takrire hicabım"
Gazi, rakısını yudumlarken sıra,
"Vardar ovası, Vardar ovası"na ve arkasından da,
"Manastırın ortasında var bir havuz,
canım havuz" türküsüne geldiğinde o da söylüyordu artık.

Coşkulu, keyif dolu bir gece.

Gazi'nin saza katılmasına ara verdiği bir anda bu kere, "Karşıyaka'da İzmir'in gülü" nün ezgisi doldurdu salonu. Ama onun yüzü asılmıştı birden. Susturdu sanatçıları:

"-Biz o gülü çok kokladık!..." (19)

Bir keresinde de evlenme konusu açılmıştı sofrada. Her zaman mutlu evliliklerden yana olmasına karşın diyecekti ki:

"-Biz de bir zamanlar marifetmiş gibi evlenmiştik. Merasimlerle evlenmeyi bir marifet saymıştık." 20

Belki böyle dediğinde Azerbaycan Elçiliği'nde 4 Ocak 1923 gecesi verilen yemekte eşe dosta evleneceğini açıkladığında ne denli mutlu olduğunu içi burkularak anımsıyordu:
"-Evleniyorum."

Herkes şaşkın:
"-Ciddî mi Paşam?"
-Ciddî efendim, ciddî, kat'î ve mukarrer. Evleniyorum."

Ağaoğlu Ahmet Bey sormuştu:
"-İzmir fatihinin kalbini fetheden bu bahtiyar kim?"
"İzmirli bir kız!" (21)

İzmirli bu kızla, Latife Hanım'la, evleneceğinden öylesine mutluydu ki!

Evlendikten sonra da İzmir'li kızı hep övmüş, yüceltmişti. Gelecek günler için umut doluydu gönlü. Öylesine ki, aynı yılın Mart ayının 13'ünde Adana'ya giderlerken bu evliliğe ne denli önem verdiğini açıklarken diyecekti ki:
"-Ben sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda yeni bir aile hayatı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım.. ," (22)

Ama kolay mıydı Gazi Mustafa Kemal gibi bir adamın eşi, kadını olmak! Hele çok değişik bir çevreden gelen, eşini yönlendirmek sevdasına kapılan Latife Hanım için!... Onun bu tutumu evliliklerinin daha ilk günlerinde belirginleşmekte gecikmeyecekti. Gazi, aynı yurt gezisinde topu topu bir hafta sonra, Konya'dan ayrılacakları sırada, söylevini temize çekip getiren İsmail Habib'e ikramda bulunmak için Latife Hanım'a,

"-Çocuğa bir kadeh rakı getirsinler." dediğinde, kuşkusuz gerekçeler yaratarak Gazi'nin içki içmesini önlemeyi düşünen Latife Hanım'dan:

"-Geceyarısı hareket edilecek diye bütün şişeleri tirene yollamıştık." yanıtını alınca eşinin ne denli sinirlenebileceğim hiç düşünememişti Latife Hanım, bu gibi davranışlarının sonucun ne olabileceğini hiç kestiremeyecekti de. (23) Hatta iki yıl sonra yine Konya'da, Gazi, yanında Fahrettin Altay Paşa, maiyetinin ve arkadaşlarının kaldıkları Konya istasyonu yanında bulunan Bağdat Oteli'ne giderek onlarla tam tatlı bir sohbete daldığı sırada, birden kapı açılacak, içeri dalan Latife Hanım, herkesin şaşkın bakışları altında:

"-Kemal, buraya geldiğini haber aldım, evde çay hazırlatmıştım, seni almaya geldim" demekte bir sakınca görmeyecekti. Eşinin:

"-Peki hanımefendi, buyurun gidelim." derken de benzinin nasıl attığının, nasıl herkesin içinde küçük düşürüldüğü duygusu içinde olduğunun hiç ayırdında olmayacaktı bile. (24)

Ya da Tokat'ta bu ilin mebusu Mustafa Bey'in evinde kaldıkları gece olanlar... Latife Hanım, sofrada sohbet daha yeni yeni koyulaşırken ille kalkıp odalarına gitmeleri için tutturmuş, Gazi bir süre eşini oyalamış, ama sonunda Latife Hanım hiddetle kalkıp yalnız başına üst kattaki odalarına koşarcasına gitmişti. Dahası, bu kere de yukarıdan tahta döşemelere ökçeleriyle indirdiği darbelerin sesi gelip durmuştu. Ta yorgun düşüp de gücü tükenene değin!...,

Gazi'nin tepkisi ise şu sözlerinde somutlaşacaktı:
"-Hayatımda yaptığım hatalardan biri evlenmektir." (25)

Oysa, Mustafa Kemal'in önceleri evlilik üzerine hiç de olumsuz düşünceleri yoktu. Örneğin, 1913 yılının Temmuz'unda arkadaşı Fuat Bulca'nın evlenmesi nedeniyle ona yazdığı mektubunda diyordu ki:

"Yaşam kısadır. Bunu kutlamak ve taçlandırmak için insanların genellikle akla yakın gördükleri yol evliliktir.....İnkâr edilemeyecek bir gerçektir ki insanlar ve yaşam kadınsız olamaz. Evliler, yaşamın çok gerekli bir davranışına uymuş, tüm düşünce ve umutlarını bir amaç, bir düzen ve bir hedefe yönlendirebilecek akılcılığı göstermiş olur....." (26)

Ama, mektupta bir tümce daha var:
"...talih, karı ve kocanın ruh ve kalplerine uyum versin".
Talih, bu uyumu ondan esirgeyivermişti işte.

Latife Hanım, yaşamını birleştirdiği adamın, o kadar çok sevdiği anasının bile uyarılarına katlanamayacak bir kişilikte olduğunu bilmeliydi. Onun 10 Nisan 1926'da Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanmaya başlayan anılarında yer alan şu satırları okuduğunda Latife Hanım acaba nasıl bir duyguya kapılmıştır? Kim bilebilir?

"Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır, oturduğum evde ne ana, ne kızkardeş, ne ahbapla bulunmaktan hoşlanmam. Ben, yalnız ve bağımsız olmayı, çocukluktan kurtulduğum günlerden başlayarak daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var: Ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın, kendi tutum ve düşüncelerine göre, bana şu veya bu tavsiye ve nasihatta bulunmasına tahammülüm yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki, sağdan soldan, pek saf ve samimî uyarmalardan yakalarını kurtaramazlar. Bu durum karşısında, iki davranıştan birini seçmek zorunludur; ya başeğmek, ya da uyarı ve öğütleri hiçe saymak... Bence ikisi de doğru değildir. Başeğmek nasıl olur? En aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın uyarılarına başeğmek, geçmiş zamana dönmek değil midir? Başkaldırmak, faziletine, iyi niyetine, yüksek kadınlığına inandığım anamın kalbini, görüşlerini altüst etmektir. Bunu da doğru bulmam." (17)


Latife Hanım, Gazi'yi anlayamamıştı hiç. Çankaya'da görüşlerine değer verdiği komşuları Velet Çelebi'nin;

"-Kızım! Sen bir kocayla değil, bir kaplanla evlendin. Kaplana gem vurulmaz..." uyarısını (28) hep göz ardı etmişti.

Salih Bozok'a İzmir'den mektup yazarak Gazi'nin kendisini bağışlaması için aracılık etmesini istediğinde artık çok geçti:

"Salih Bey, bundan üç yıl önce bana karşı babalık vazifesini ifa edeceğini babama vaat etmiştin. O şimdi Avrupa'da, işlerine mani olmamak için, burada olduğumu haber bile veremedim. Artık bir teessür yığını gibi her tesadüf ettiği koltuğa çöken bir annem ve ihtiyar halinde benim yüzümden fena bir muameleye duçar olmuş olan bir büyükannem var. Öksüzüm. Kimsem yok. Onun için ikinci babalık vazifesini deruhte eden ve sözünün eri olan Salih Bey'e yazıyorum. Git Paşa ile görüş. Ben kocamdan eminim. Çünkü kadirşinastır. Yüksek ruhludur. İnsandır. Aramızdaki gerginliğe nihayet vermesini, güzel bir mazinin vereceği kuvvetle rica et. Ben kendisine yazdığım mektupta seni refikanla göndermesini rica ettim. Bir haftadır uykusuz, gıdasız, idama mahkumum. Esbabı [nedeni] çocukluk. Halbuki çocuklar bu ağır cezadan muaftır." (29)

Ama kendisiydi o duygulu, ince, hoşgörülü, bağışlayıcı insanı bu kerte çileden çıkaran

Şu yazgıya bakın ki, o buyurgan, varlıklı bir aileden olmanın verdiği özgüvenle Gazi'yi kendince çekip çevirmek, yaşamını değiştirmek isteyen Latife Hanım, ayrılmalarının üzerinden çok geçmeden, hakarete uğrarım korkusuyla sokağa çıkamadığını, tanıdıklarının da kendisinden yüz çevirdiğini bildirerek ondan yurt dışında bir elçilikte kâtiplik gibi bir göreve atanmasını isteyecekti... (30)

Gazi'ye gelince, üzüntü içindeydi, "Bağrı yanık bülbüle döndüm" türküsünü çaldırarak ağladığı yakın çevresi arasında söylenir olmuştu. İşte tam bu sıralarda, ailesini Selanik'ten tanıdığı sarı saçlı, mavi gözlü genç bir öğretmen kıza, Afet'e, yine İzmir'de rastlayacak, onu korumasına alacak, gönül acısı hafifleyip dağılacaktı. (31)

Ama bir kez daha evlenmeyi hiç düşünmeyecek. Gönlü kırılmıştı bir kere.

Köşk'te çalışanlar evlendiklerinde onlara para yardımı yapardı. Bir gelenekti bu. Memurlardan Suat Dinçmen evlendiğinde bu gelenek bozulacaktı. Çünkü Dinçmen ikinci kez evleniyordu:

"-Ben, ikinci defa evlenen enayiye para vermem!" (32)

Bu sözlerinde ikinci bir evlilik yapmayı us dışı bulmasında kendi mutsuz evliliğinin etkisini görmemek olanaksızdı.

Ve, yıllar önce Fuat Bulca'ya yazdığı o mektuptaki şu satırlarda evlenmekten kaçınanlardan söz ederken kendi geleceğini öngörmüş değil miydi?

"Bu genel kurala uymayanlar çok azdır. Bunlar da ana kuralın kötülüğünden değil, tam tersi, bu güzel kurala uymaktan kendilerini önleyen nedenlerin tutsakları olduklarından, belki evlenmekten korktuklarından çok, karayazılı olanlardır."


HER DAİM İNCE BİR İNSAN


Gazi, Cepheden tirenle Ankara'ya dönerken geceyi Beylik Köprü istasyonunda, kompartımanda geçirmişti. Soğuk bir geceydi, üşümüştü ve yorgunluğunu üzerinden atamamıştı bir türlü. Sabahleyin yüzünden belli oluyordu yorgunluğu.

"-Uyuyamadım. Yastık, battaniye koymamışlar. Koluma dayanayım dedim, olmadı... Setremi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Velhasıl uyumak kabil olmadı."

Yahya Galip, üzgün:

"-Peki ama Paşam, niçin haber vermediniz?"

"-Hepsi benim kadar uykusuzdur, yorgundur; etrafı telaşa vermek, rahatsız etmek istemedim." (33)

Aradan yıllar geçmiş, Cumhuriyet'in Çankayası'ndaki eski köşkteyiz. O gece Falih Rıfkı yorgun. Sofradan kalkıp hemen oracıkta bir yere uzanmak istiyor. Yemek odasını bilardo salonuna bağlayan holde kapının yanına konulmuş olan kanepe biraz kestirmek için en uygun yer. O da, öyle yapacak. Ama el yıkanacak yer de üzerine uzandığı kanepenin tam karşısına gelen merdivenin sahanlığında. Falih Rıfkı, henüz uzanmış, fakat daha uykuya dalamamış iken Gazi Mustafa Kemal Paşa, ellerini yıkamak üzere hole girecek ve Falih Rıfkı'nın kanepede uzanıp uyumakta olduğunu görecek. Falih Rıfkı, toparlanıp ayağa kalkmaya vakit bulamamış durumda. Ne yapsın? En iyisi, hiç renk vermeyerek uyuyormuş gibi davranması. Ama göz kapaklarının aralığından Gazi'ye bakmadan da edemiyor. Gazi'nin onu uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak yavaşça merdiveni çıktığını yaşamı boyunca hep gözleri yaşararak anımsayacak. (34)

Yine Çankaya'dayız. Gazi'nin sofrasına ilk kez konuk olan bir genç, bu onurun verdiği mutluluk ve coşkuyla içkiyi fazlaca kaçırmış durumda. İçki ona dokunmuş da. Sofradan kalkmaya olanak bulamadan kusacak. Utanç ve eziklik içinde. Onu bu utanç ve ezikliğinden yine Gazi kurtaracak ve birkaç gece daha sofrasında konuk olarak ağırlayacak. (35) Başka konuklar ise zaman zaman uygun olmayan davranışlarda bulunduklarında ve sonradan kendilerini bağışlatmak istediklerinde onlara Gazi'nin "Bir şey mi oldu? Ben hatırlamıyorum ki..." dediği sıkça rastlanan olaylardan. (36)

Halkın arasına karıştığı gecelerden birinde Boğaziçi'ndeyiz şimdi de. Halk, Atatürk'ün kendilerine seslenmesini, konuşma yapmasını istiyor ısrarla. Kıramıyor onları. Ama tam konuşurken yaşlıca bir kişi elindeki bardağı düşürünce bir şangırtı kopacak. Herkes başını bu münasebetsiz adama çevirmiş. Adamcağız neredeyse utançtan ölmek üzere. Korkunç bir sessizlik. Derken bir şangırtı daha. Bu kere elindeki kadehi yere bırakan Atatürk! Doğal olarak tüm halkın bakışları bu kez Atatürk'e çevrilecek. Bu inceliğinin karşılığı ise halkın onun bu davranışını çılgınca alkışlaması. (37)

Uşağı Cemal Efendi'ye kulak vermenin tam yeri: "-Koltukları düzelt... Emrini verdi.

Benim yaptığım da bundan başka bir şey miydi sanki? Koltuklardan birini sert bir hareketle ittim. Sanki 'Bu mudur yapacağım iş' gibilerden. Bendeki aptallığa, cehalete bak. Koskoca Cumhurbaşkanı'nın karşısında olduğumu unutmuşum bile...

Yerler yeni cilalı... Koltuk gitti, gitti, hızla bir başka koltuğa çarptı... Fakat Atatürk ne hikmetse kızmadı. Bu halimi hoş gördü. Yumuşak bir sesle bu kez:

-Git fıskiyeyi kıs, çok akıyor... dedi.

Bahçeye fırladım. Havuzun fıskiyesini kısıp geri geldim.

Tekrar işime başlamıştım ki, Atatürk'ün sesi kulaklarımda çınladı:

-Böyle az akar. Taşkın olmazsa daha iyi değil mi? dedi.

Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oldum. Yüzüm kıpkırmızı yanıyordu. Ne Yapmıştım ben? Hata ettiğimi anlamıştım. Fakat iş işten çoktan geçmişti. Ve Atatürk, yorgunluğun ve sinirliliğin getirdiği taşkın hareketimi, havuzun fıskiyesi örneğiyle yüzüme vuruvermişti. Bir uşağa, taşkın hareketlerden kaçınmasını, nazik bir dille hatırlatıvermişti." 38

O, lise sınavına giren çocuk yaştaki bir öğrenciye bile "zat-ı âliniz" ve "siz" diyen (39) bir "insan". Kimsenin kalbini kırmak, kimseyi incitmek istemezdi. Öylesine ki, işe yaramayan, tersine işleri karıştıran hizmetçisini kalbini kırmadan, onu kendisine getiren Sabiha Gökçen'e nasıl geri göndereceğini de düşünüp duracak ve sonunda ona diyecekti ki:

"-Ayşe kadın, Gökçen Hanım'dan mektup geldi, sensiz yapamayacağını yazıyor, yanına dönmeni istiyor, ne yapacağız şimdi?"

Ayşe Kadın'in verdiği yanıt rahatlatacaktı Gazi'yi: "-Bilirdim ben, bilirdim bensiz yapamayacağını, ama senin hatırını kırmak istemedim de geldim, iznin varsa varayım bari, yazık olur kızıma!" (40)

Onun bu özelliği nedeniyledir ki, Atatürk'le görüşen Yunanlı gazeteci Yorgi Peşmezoğlu, 17 Şubat 1937 günlü Proia gazetesinde şöyle yazmış bulunuyor:

"Bütün hareketleri ile sizinle onu ayıran rütbe farkı ve mesafesini gözetmenizden memnun olmadığı intibaını veriyordu." (41)

O, savaşın en sıcak günlerinde bile böyleydi. Örneğin, İsmail Habib, Paşa ile taşralı genç bir gazeteci olduğu sıralarda, Büyük Taaruz öncesinde, 1922 Temmuz'unun 2'sinde bir pazar günü tanışmıştı. Başkomutan:

"-Tam üçte söz vermiştim ama biraz beklettim." diyerek ve ayağa kalkarak karşılamıştı İsmail Habib'i.

"...kuytu bir memleket gazetesi muharririne, bir iki saat baş başa yanında bıraktığı halde ona kendi küçüklüğünü hatırlatmayacak ve hatta unutturacak kadar kıymet verir bir görünüşü" vardı o gün de. (42)

Onunla tanışan, birlikte olan özellikle alt düzeyde görevlerde bulunanlar, hep aynı duyguya kapılıyorlardı. 1925 yılının Eylül ayında Gazi'yi basit bir soğuk algınlığı nedeniyle muayene eden Dr.Kâzım Arar da bunlardan biriydi. Yıllar sonra bu gerçeği şu sözlerle dile getirecektir:

"Şunu itiraf edeyim ki, kendisinin nezaketine ve benim vaziyetimde bir memura ve bir tabibe karşı gösterdiği mütevaziane iltifata hayran ve müteşekkir olmaktan kendimi alamadım. Ne büyük ve asil bir ruha sahip olduğu ilk bakışta görülüyordu." (43)

Ölüm döşeğinde yatarken de hep aynı incelik, hep o kalp kırmamak kaygısı... Bitkin yattığı yatağından artık odadan çıkmak üzere olan Başbakan Celal Bayar'a sesleniyor:

"-Celal Bey, geçen defa Mim Kemal Bey suyu alırken benim canım yandı, ne yapsak acaba?"

"-İzin verirseniz bu defa Mehmet Kâmil Bey alsın."

"-Ya, öyle mi yapalım, iyi olur."

Ama Celal Bayar tam kapıdan çıkacakken Atatürk ona şöyle diyecek:

"-Vazgeç, yine Mim Kemal Bey alsın, gönlü kalmasın." (44)

Biz yine Çankaya akşamlarına dönelim. Selahattin Pınar, son bestesini seslendiriyor:

"Gel, gel, gel... Gel gitme kadın
Ruhumu hicranına yakma, hicranına yakma
İnlet beni, öldür beni, ağyara bırakma
Karşında esirim, bana düşman gibi bakma
Düşman gibi bakma

Gazi'nin şarkıyı çok beğendiği hararetle alkışlamasından belli. Ama, bakın ne diyecek:

"-Selahattin Bey, şarkınız gerçekten çok güzel. Ama bir şeye itiraz edeceğiz... Şu 'kadın' kelimesi... Biraz kalın düşmüyor mu? Onun yerine, meselâ kadının inceliğini, nezaketini daha iyi anlatacak bir kelime koysasanız, olmaz mı?" (45)

Gazi'nin kadına verdiği bu önem ve duyduğu saygı ise onun bu inceliğinin ayrı bir yönü.

Bir de Cumhuriyet'in ilk yıllarında verilen bir baloya gidelim. Gazi'nin keskin bakışları, eşi ile hiç dans etmeyen ama hep başka kadınları dansa kaldıran bir milletvekilinde. Milletvekilinin eşi şişman mı şişman. O da utanıyor olacak bu şişman eşiyle dans etmekten. Kadıncağız öylece durup duruyor bir köşede, halinden sıkılmış olduğu belli. Gazi "gidecek ve kadını kendisi dansa kaldıracak. Dans ederlerken Gazi'nin kadına dediklerini çevredekiler de duyuyor:

"-Çok güzel dans ediyorsunuz. Üstelik, çok da hafifsiniz."

Dansın bitiminde Gazi, kadını masasına kadar da götürecek... Alışılmış, görülmüş bir şey değil!...

Bundan sonrasını o milletvekilinin eşinden dinleyelim:

"Biraz sonra, kocamı Ata'nın huzurunda gördüm:

-Eyvah, dedim, galiba azarlayacak...

Ata'nın ne söylediğini duymamıştım. O, somurtarak yanıma geldi ve önümde eğilerek beni dansa kaldırdı." (46)

Ama Mehmetçik söz konusu olduğunda inceliği sevecenliğiyle daha bir başkaydı. O Başkomutan'di, Cumhurbaşkanı'ydı, bir ulusun önderiydi ama savaş gemisinde nöbetçi deniz erinin dondurucu soğukta öylece beklediğini görünce, onu geminin salonuna çağıracak ve kendi eliyle çay verecek kadar da inceydi, sevecendi o. (47)
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst