Bediüzzaman Said Nursi Kimdir ?

Salvo

Kayıtlı Üye
Bediüzzaman Said Nursî


Bediüzzaman Said Nursî, Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyaya geldi (1876). Yenilikçi, atak, cesur bir mizaca, son derece parlak bir zekaya ve güçlü bir hafızaya sahipti. Bunlar katıksız iman ve ilim aşkıyla birleşince, normalde onbeş yıl kadar süren klâsik medrese eğitimi üç aya sığdı. Bu olağanüstü gelişmeyi kavrayamayanlar tarafından düzenlenen münazaraları (ilmî tartışma) kazanarak, kendini ispatladı. Bu yüzden "Molla Said"e "zamanın emsalsizi, benzersizi" anlamında "Bediüzzaman" lakabı verildi.

Dönem tüm dünyada maddeciliğin öne çıktığı bir dönemdi. İnsanlık kendi geleceğini tahribe yönelmiti.Bu değişimden müslüman milletler de etkilenmiş, meselâ yeryüzünün tek bağımsız İslâm devleti olan Osmanlı Devleti çoktan eski haşmetini ve kudretini kaybetmişti. Büzülme ve çözülme noktasındaydı.

İnsanlığın ortak problemlerinin yanı sıra yaşadığı toplumun özel problemlerine de eğilen Bediüzzaman, açık bir gerçekle yüz yüze geldi: Batı maddeciliğe saplanmış, Doğu ise eskiyen kurumlarını yenileyip iman eksenli bir yapılanmaya dönüştürememişti. Osmanlı Devleti de aynı açmazda tükeniyordu. Devlet ve millet şeklen İslam'a bağlı olmakla birlikte, mânâ planında İslâmdan kopmuştu. Batıyı da anlayamamıştı. Asıl problemi buydu.

Teşhisini bu şekilde koyan Bediüzzaman tedavi metodunu da geliştirdi: "Tahkiki iman" geliştirdiği metodun özü ve özetiydi.

Sıra "tahkiki îman" ekseninde gelişip çağın teknolojisiyle zenginleşecek insanlar yetiştirmeye gelmişti. Bunun da yolu eğitimden geçerdi.

Bu maksatla bir eğitim projesi geliştirdi. Buna göre Doğu ve Güneydoğu öncelikli olarak tüm vatan sathı "Medrezetühzehra" adını verdiği eğitim kurumlarıyla donatılacak, bu kurumların ilk, orta, lise bölimleri olacak, ayrıca din ve fen dersleri bir biri içinde, bir bütün halinde okutulacaktı. "Vicdanın ziyası(ışığı), ulûm-u dîniyedir, aklın nuru fünûn-u (fenler) medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. İftirak ettikleri (ayrıştıkları) vakit birincisinde taassub (tutuculuk), ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder(doğar), diyordu.

Görüşlerini Padişaha sunmak için 1907 yılında İstanbul'a geldi. Fakat İmparatorukla birlikte İmparatorluğun başkenti İstanbul da çürümüştü. Düşüncelerini gazetelere yansıtması sarayı tedirgin etti. Padişah ateşîn bir zekayı etkisizleştirmek için altınla ödüllendirmek istedi. "Maarifi tehir, maaşı tacil nedendir?" diye sorup ihsân-ı şahaneyi reddedince de akıl hastanesine kapatıldı. Fakat doktorlardan aklî melekelerinin sapa sağlam olduğuna dair rapor alarak görüşlerini açıklamayı sürdürdü.

Bediüzzaman, Şark ulemasından sonra İstanbul'daki meşhur âlimlere de kendisini kabul ettirmekte zorlanmamıştı. Onunla görüşenler en girift sorularına cevap alıyor, "Sen gerçekten Bediüzzamansın" demekten kendilerini alamıyorlardı. Meşrutiyeti İslam eksenine oturtan ve "meşrutiyet-i meşrua" yı öneren hürriyetçi fikirleri özellikle dikkat çekiyordu. Bediüzzaman'a göre mutlakiyet İslamî dirilişin önünü kapatıyordu. Ancak meşrutiyete yumuşak geçiş yapılmalıydı. Bunun için de evvela "üç büyük düşman" saydığı cehalet, zaruret ve ihtilafla mücadele edilip kazanılması gerekiyordu.

"31 Mart Olayı" ismiyle tarihimize geçen (1909) keşmekeş esnasında yatıştrıcı rol oynamasına rağmen, Bediüzzaman'dan daha önce tedirgin olmuş yönetim tarafından tutuklanıp Divan-ı Harb Mahkemesinde yargılandı. Beraat etti. Van'a döndü. Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü talebelerinden bir milis alayı kurup, doğduğu toprakları savundu. Bitlis savunması esnasında yaralanıp, Ruslara esir düştü. Yaklaşık, üç yıl süren esaret hayatını kaçışla noktaladı. Ordu adayı olarak devrin tek İslam akademisi Dâr-ül Hikmet-il İslamiye'ye üye oldu. İstiklal savaşı sürerken, Anadolu harekâtını "isyan" sayan fetvaya, Anadolu ulemâsıyla birlikte karşı fetva verdi. İstanbul işgali sırasında İngiliz işgalcilere karşı yayınladığı bir eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüme mahkum edildi.

Zaferden sonra Ankara'ya Büyük Millet Meclisi'ne dâvet edildi (1922). Mecliste resmî karşılama töreni yapıldı. Fakat devletle millet arasında "kıble farkı" oluşmak üzere olduğunu görüp, milletvekillerine hitaben on maddelik bir beyanname dağıttı. Tekrar Van'a döndü.



Şeys Said isyanıyla bir ilgisi bulunmadığı, esasen her fırsatta "Dahilde kılınç çekilmez" dediği halde bir çok mazlum gibi Bediüzzaman da önce Burdur'a ardından da Barla'ya sürüldü. Barla'da Risâle-i Nur Külliyatını telife başladı. Tek başına bir mekteb oldu ve "cevher insan" yetiştirmek için insanüstü bir gayret gösterdi.

1925'li yıllarda Türkiye'de uygulama alanına giren dini dışlama politikalarına karşı, Bediüzzaman Said Nursi, Risâle-i Nur adını verdiği eserleriyle İslam'ın temel alt yapısını oluşturan prensibleri açıklamay yönelik bir tarz geliştirdi.

Bediüzzaman Said Nursi geliştirdiği bu Kur'anî tarz ile akıl, kalp ve duygu bütünlüğünü terkip ederek Müslümanlara yepyeni bir bakış açısı sunmuş, mektep, medrese, tekke ayrılığını ortadan kaldırmıştır.

İslam uleması yüzyıllar boyu insanın temel soruları olan "ben kimim, nereden gelip, nereye gidiyorum, vazifem nedir?" gibi konulardan ziyade hep dış alem ve siyaset üzerine mesailerini teksif etmişti. Oysa "iman ve temele ait" meseleler halledilmeden ve doyurucu cevaplar bulunmadan afakî meselelere yönelmek bunalımın derinleşmesini sonuç veriyordu. İslam dünyasının siyasi düzenleme ve projelerden ziyade ve fakat onları da ihmal etmeden zihniyet düzenlemesine ihtiyacı vardı.Problemin çözümü Kur'an'ın çağlar üstü mesajının günümüze bakan yönünü ortaya çıkarmaktı. Risale-i Nur Külliyatı ise bu mesajın açıklamasıdır.

Bediüzzaman İslam dünyasının karşılaştığı en köklü ve yıkıcı krize (fen ilimlerinden kaynaklanan dinsizlik veya dinde laubalilik) karşı ilim ve mantık yoluyla cevaplar vererek milyonların imanının kurtulmasına vesile olmuştur.

Risale-i Nur Külliyatını telif etmesiyle birlikte Bediüzzaman önceki hayatını Eski Said dönemi diye nitelendirmiştir. Bediüzzaman'ın hayatını Eski Said, Yeni Said diye ayırması bir değişiklikten ziyade bir tarzı ifade içindir. Eski Said daha çok imanın dışa vurumu olan kurumlar, davranışlar ve siyasetle ilgileniyordu. Yeni Said ise imanın tahrip edilmek istendiği bir ortamda imanı korumak ve güçlendirmek için gayretini bu temel meseleye tahşid etti.




Bediüzzaman'a göre temel mesele, insanın kendisini, diğer varlıkları, kainatı ve hemcinslerini iman ekseninde algılamasıdır. En önemli görev bunu sağlamaktır.

Bundan ürkenler onu defalarca tutukladılar. Eskişehir (1935), Denizli(1943), Afyon(1947) hapishanelerinde yatırdılar. Fakat inançlarını yaşamaktan ve yazmaktan vazgeçiremediler.

1960 yılının 23 Martında Urfa'da Hakkın rahmetine kavuştuğunda arkasında bıraktığı tüm maddi servet bir demlik, bir kaç bardak, eski bir gömlek, yamalı bir cübbe, sarık, misvak, biraz çay-şeker ve on liradan ibaretti. Manevi miras olarak ise bütün asrın insanını aydınlatabilecek Kur'an tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı ile dünyanın her tarafında milyonlarca "Kur'an talebesi" bırakmıştır.
 
Bediüzzaman Said Nursi

Bediüzzaman Said Nursi


2.jpg

23 Mart 1960 yılında Hak'kın rahmetine kavuşana kadar bütün ömrünü insanları Allah'a imana ve Kur'an ahlakını yaşamaya davet ederek geçmiştir. Bu uğurda çok fazla eziyet görmüş, ancak o yaşadığı hayattan her zaman razı olmuş ve her geçen gün Allah'a daha büyük bir sevgiyle bağlanmıştır. Bediüzzaman'ın hayatını yakından bilmek ve öğrenmek, Allah'a olan derin sevginin insana nasıl bir ahlak kazandırdığını görebilmek için çok önemli bir fırsattır. Bu nedenle her Müslüman Üstad'ın yaşamını bilmeli ve verdiği mücadeleyi öğrenmelidir.

Genç Yaşta Müspet İlimlere Yöneliş

Yaklaşık 14-15 yaşlarında "Molla Said" ünvanını alan Bediüzzaman Said Nursi, üstün ilmiyle çevresindeki tüm insanların dikkatini üzerine çekiyordu. Yaklaşık 20 yaşlarındayken Vali Hasan Paşa'nın daveti üzerine geldiği Van'da ilmini daha da derinleştirmiştir. Burada geçirdiği dönemde tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, astronomi ve felsefe gibi ilimlerde ilerlemişti. Sahip olduğu bu yüksek ilim nedeniyle insanlar sürekli Üstad'ı münazaraya davet etmeye başlamışlardı. Ancak Üstad bu kişilere karşı her seferinde ilmen üstün geliyordu. Üstad bu dönemleri öğrencisi Mustafa Sungur Bey'e şu şekilde anlatır:

"Mahfuzatım olan 80-90 kitapları ezberden tekrarlardım. Bunlar Kur'an'ın hakikatlerine çıkmağa basamaklar oldu. Sonra Kur'an'ın hakikatlerine çıktım. Baktım her bir ayetin kainatı ihata ettiğini gördüm. Artık başka bir şeye ihtiyacım kalmadı. Kur'an bana kafi geldi."

Bediüzzaman Allah'ı tanımak ve yakınlaşmak için bilimin ne kadar önemli olduğunu anladığı için, ülkede eğitim veren merkezlerin çoğalması için büyük gayret sarf etmiştir. Özellikle ihmal edilen Doğu vilayetlerinin insanlarını eğitecek bir Darü'l Fünun açılması için Tahir Paşa'nın da yardımlarıyla Erzurum ulemasıyla görüşmek üzere Erzurum'a gitmiştir. Bu yıllarda Erzurum'un önde gelen ulemasıyla yaptığı sohbetlerde bilimin din için ne kadar büyük önemi olduğunu, Avrupa'nın bu konuda büyük ölçüde ilerlediğini, hatta İslam alemini ve Osmanlı'yı bu şekilde mağlup etmek istediklerini ve bu nedenle doğuda bir üniversite açmanın şart olduğunu söylemiştir.

Bu görüşmelerden sonra aynı yıllar içerisinde Üstad Siirt'e gelir ve burada o dönemin meşhur Mollalarından Molla Fethullah Efendinin medresesine uğrar. Said Nursi'nin ilk defa "Bediüzzaman" ünvanıyla adlandırılması bu medresede olmuştur. Sorduğu sorulara aldığı cevaplardan yola çıkarak, Üstad'ın ilmine, aklına ve zekasına hayran kalan Fethullah Efendi, "Zeka ve hıfzın bu şekilde aşırı derecede bir insanda toplanması nadirdir" diyerek hayranlığını dile getirmiş ve ilk defa orada Üstad'a Bediüzzaman diye hitap etmiştir. Bu yıldan sonra Said Nursi, "zamanın en güzeli, çağın eşsizi" anlamına gelen Bediüzzaman olarak anılmaya başlamıştır. Said Nursi 1907 yılında İstanbul'a gelir. Burada Fatih Cami yakınlarındaki Osmanlı alimlerinin toplanma yeri olan Şekerci Hanına yerleşir. Üstad'ın bu hanın kapısına astığı "Burada her suale cevap verilir, her müşkil halledilir; fakat sual sorulmaz" yazan levha, dönemin uleması arasında büyük yankı uyandırmış ve bu levhayı asacak kadar kendisine güveni olan kişinin kim olduğu merak edildiği için Şekerci Hanının ziyaretçisi çok fazla olmuştur. Bunlardan biri de Diyanet işleri Müşavere Kurulu azalığı yapan Hasan Fehmi Başoğlu'dur ve kendisi Üstad'ı gördükten sonra şunları söylemiştir: "...Ve yakinen anladım ki, onun ilmi bizim gibi kesbi değil, vehbidir."

Doğu'ya Üniversite Açtırma Çabası

Üstad'ın İstanbul'a geliş sebebi doğuda bir üniversite açılması meselesini zamanın yönetimine iletmekti. Nitekim Abdülhamit'e bir dilekçe vererek, bu isteğini yazılı olarak dile getirmişti. Ancak halkın düşündüklerini ve arzularını rahat rahat dile getiremediği böyle bir dönemde, Üstad'ın fikirlerini cesur bir şekilde dile getirmesi oldukça dikkat çekmiş ve bu durum onun 1908 yılında Yıldız Askeri Mahkemesine çıkmasına sebep olmuştur. Bediüzzaman buradan çeşitli bahanelerle Topbaşı Tımarhanesine gönderilmiş ve kendisini kontrol eden doktorlar Üstad için şunları söylemiştir: "Eğer Bediüzzaman'da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur." Nitekim, doktorları Üstad'a kendisine yapılan bu haksızlıktan dolayı itidal tavsiye etmiş ve özür dileyerek, üzüntülerini dile getirmişlerdir.

Bu olaydan sonra, bu kez de 1909 yılında Üstad, ortada hiç bir sebep yokken 31 Mart isyancılarıyla birlikte İstanbul Üniversitesi'nin arkasındaki Bekir Ağa bölüğü hapishanesine, idamlıklar koğuşuna kapatıldı. Bu olayla ilgili olarak İstanbul Divan-ı Harb-i Örfisine çıkartıldı. Mahkeme başkanı Hurşit Paşa'nın kendisine idam cezasını hatırlatarak tehditkar konuşması üzerine, "Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan hayırlıdır" sözleriyle noktaladığı hayranlık veren savunması üzerine serbest bırakıldı.

Bediüzzaman Said Nursi 1910 yılında İstanbul'dan ayrılıp Tiflis'e gitti. Buradan da Doğu Anadolu'yu il il dolaşarak, meşrutiyet lehine konuşmalar yapmaya ve halkın bu konudaki sorularını cevaplamaya başladı. Bu seyahat sırasında Muhakemat ve Münazarat adındaki eserlerini yazdı. Üstad hayatı boyunca yaptığı gibi, bu yıllarda da hiçbir menfaat beklentisi olmadan, sadece Allah rızası için büyük zorluklar içinde tüm Anadolu'yu dolaşarak halkı eğitmek için gayret sarf etmiştir. 1911 senesinde Şam'ın Emeviye camiinde meşhur hutbesini vererek, İslam'ın geleceğinin parlak olduğuyla ilgili müjdeler vermiş ve Müslümanları şevklendiren, kalplerine kuvvet veren çok hikmetli bir konuşma yapmıştır. Aynı yıl İstanbul'a geri dönmüştür.

Rusya Esaretinden Kaçış

Bu yıllarda 1. Dünya Savaşı çıkmış ve Üstad da memleketi savunma gayesiyle Van'da, Bitlis'de, Pasinler'de düşmana karşı savaşmış ve burada kazandığı zaferlerle Enver Paşa'nın hayranlığını kazanmıştır. Savaşın ilerlediği yıllarda Rus'ların 1916 yılında Van'a ilerlemesiyle Van'a geçmiş ve talebeleriyle birlikte cephede vatanı müdafa etmiştir. Ancak bu savaş sırasında yaralanarak Rus askerlerine esir düşmüş ve bir aylık bir sorgu sonrasında Sibirya'ya sürülmüştür.

1916 yılında 40 yaşındayken Sibirya'da vatanından ayrı kalmak zorunda kalan Bediüzzaman, bu sürgün sırasında Kafkas ordularından birinin komutanı önünde ayağa kalkmayı reddettiği için idama mahkum edilmiştir. Ancak idam kararını infaz etmeye gelen bölüm komutanı, namaz kılmak için izin isteyen ve abdest alarak iki rekat namaz kılan Üstad'ın bu samimi ibadetinden etkilenerek, şu sözlerle infaz hükmünü iptal etmiştir: "O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan olduğuna kanaat getirdim. Sizi boş yere rahatsız ettim. Rica ederim beni affediniz."

Bu olaydan bir süre sonra Said Nursi Allah'ın yardımı ve inayetiyle, Rusça bilmediği halde Varşova ve Avusturya üzerinden esaretten firar etmiştir. Ve 25 Haziran 1918 tarihinde İstanbul'a ulaşmayı başarmıştır. Üstad Rusya'da tam iki yıl, dört ay, dört gün esir kalmıştır. İstanbul'a döndüğünde büyük bir hayranlık ve sevgiyle karşılanan Said Nursi, o zamanlar İşaret-ül İcaz kitabını basmaya karar vermiştir. Enver Paşa esaretten sağ sağlim dönen Üstad'a hayranlığının bir ifadesi olarak, "Hocam benim de hizmetim olsun, bu kıymetli eserinizi müsaade ederseniz bastırayım" demiş ve Enver Paşa'nın da desteğiyle bu eser basılmıştır. İşte bu olay, Üstad'ın Eskişehir yıldız otelinde 1951 yılında söylediği

"...Askeriye de bir ruh var, o ruh benimle dosttur" sözünün bir tezahürüdür.

Said Nursi 1918-1922 yılları arasında sık sık İstanbul'a gelmiş ve Sarıyer'in Fıstıklı Bağlar semtinde mütevazi ahşap bir evde kalmıştır. Üstad, "Eski Said'den, Yeni Said'e geçiş"in bu dönemde gerçekleştiğini bildirir. Nitekim Bediüzzaman bu evde birçok eserini kaleme almıştır.

Kuvay-ı Milliye'ye Destek ve Meclis'e Davet

Bu yıllarda Üstad Kuvay-i Milliyeyi desteklemiş ve İstanbul'un işgaline karşı çıkmış, hatta Hutuvat-ı Sitte adlı eserini bu amaçla kaleme almıştır. Bu nedenle zamanın yönetiminin "nerede görülürse vurulsun" emrine maruz kalmıştır.

Ancak onun vatana yaptığı bu fedakarane hizmet karşılığında, 9 Kasım 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Bediüzzaman'a hoşgeldin merasimi yapılmış ve alkışlarla karşılanmıştır. Ankara Hükümeti Reisi Mustafa Kemal Paşa ise onu bizzat Ankara'ya davet etmiştir. Üstad da 19 Ocak 1923 tarihinde Meclise hitaben bir hutbe yazmış ve bunun Meclis'te okunması sonrasında 50 milletvekili daha namaza başlamıştır.

İstanbul'da geçen bu zorlu yılların ardından Bediüzzaman, 1923 yılında Van'a dönmüştür. Buradaki Erek dağının eteğinde bir manastır harabesine yerleşmiş ve günlerini ibadet ve tefekkürle geçirmeye başlamıştır. İki yıl burada kaldıktan sonra Şeyh Said'den, Üstad'ın Kürt ayaklanmasını desteklemesini isteyen bir mektup gelmiştir. Bu mektuba Bediüzzaman'ın cevabı özetle şöyle olmuştur.
"Türk milleti asırlardan beri İslamiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardaşız. Kardaşı kardaşla çarpıştıramayız. Bu şer'an caiz değildir? Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır."

Bu örnekte de görüldüğü gibi Üstad her zaman isyancılara karşı olmuş ve kendisine gelen tüm teklifleri şiddetle reddetmiştir. Yıl 25 Şubat 1925'ı gösterdiğinde, Van'da bulunan Said Nursi isyanı bastırmak için uğraşan bir insan olmasına rağmen, isyanı teşvik bahanesiyle bazı şeyh ve ağalarla birlikte bir kısım jandarma eşliğinde Burdur'a götürülmüştür. Burdur'u Isparta ve Isparta'yı Barla kazasına nakledilişi izlemiştir.

Bediüzzaman Barla'ya geldiğinde yıl 1926 idi. Şark isyanlarını önlemeye çalıştığı halde, aksi bir bahaneyle buraya kadar getirilmiş ve kendisi burada küçük bir kulübeye yerleştirilmiştir. Böylece bu değerli müminin, ahirette kendisine büyük bir ecir ve dünyada büyük bir şeref olacak olan 25 yıllık esaret dönemi başlamıştır. Üstad Barla'nın, Risale-i Nur külliyatının telif edilmeye başlandığı ilk merkez olduğunu söyler. Büyük bir çınar ağacının yanında bulunan bu kulübede Üstad, milyonlarca müminin imanına vesile olan çok kıymetli bir esere imza atmıştır. Nitekim bir çok kıymetli esere ilham bulduğu bu mekan ve evinin yanındaki çınar ağacı için, Üstad "Ben bu ağacı Yıldız Sarayına değişmem" demiştir.

İsyancılara Karşı Durur Ama Sürgün Edilir

Said Nursi'nin durmadan farklı yerlere sürülmesinin sebebi, onu İslam hizmetinden vazgeçirmek ve Kur'an ahlakını yaymaktan caydırmaktır. Ancak tüm müslümanların kendisine büyük bir sevgi ve saygıyla bağlanmasına sebep olan bu sürgün günlerinde Üstad, kendisini dine hizmetten çevirmek isteyenlere Barla'daki evinde yazdığı şu cevabı vermiştir:

"Dinsizlerin dahi içinde bulunduğu bütün Avrupa toplansa, Allah'ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşAllah mağlub edemezler."

Bediüzzaman'ın oldukça zor şartlar altında geçen bu yıllarından sonra, 1934 yılı yaz ortalarında Barla'dan alınarak Isparta'ya getirildi. Üstad Isparta'ya geldiğinde Sözler ve Mektubat tamamlanmıştı. Burada bir süre kaldıktan sonra 25 Nisan 1935 tarihinde gene her zamanki gibi ortada hiçbir sebep yokken askeri bir kıta Isparta'ya gelmiş ve Üstad'la talebelerini elleri kelepçeli bir şekilde evlerinden alarak Eskişehir'e götürmüştür. Bunun sebebini ise Üstad'ın "gizli cemiyet kurduğu ve rejim aleyhtarı olduğu" gibi mantıksız bir bahane öne sürerek daha sonradan açıklamışlardır. Yazdığı eserlerin insanlar üzerinde büyük bir etki meydana getirmesinden ve bu etkinin gün geçtikçe büyümesinden tedirgin olan zamanın hükümeti, Bediüzzaman'ı 120 talebesiyle birlikte hapse atmış ve burada çeşitli işkencelere maruz bırakmıştır. Üstad hapisteyken bir çok kişi imana gelmiş ve ahiretlerinin kurtulmasına bu ceza dönemi vesile olmuştur. Ayrıca bu süre içinde Üstad altı büyük Risaleyi kaleme alarak, inkarcıların yapmak istediklerini tam tersine çevirmiş ve bu 11 aylık sürede Kur'an'a hizmete büyük bir süratle devam etmiştir.

Medrese-i Yusufiye Yılları

Üstad Eskişehir hapishanesinde kaldığı süre içinde burayı medreseye çevirmiş ve adına da Medrese-i Yusufiye demiştir. Bu şerefli ayların sona erdiği 1936 yılında ise onu gene serbest bırakmamışlar ve Kastamonu'da gözaltında tutmuşlardır. Burada hem Said Nursi, hem de talebeleri yakın takibe alınmış ve her yaptıkları Ankara'ya bilgi olarak ulaştırılmıştır. Üstad burada üç ay karakolda, sekiz sene de karakolun karşısındaki bir evde göz hapsinde tutulmuştur. Buradan sık sık talebeleriyle mektuplaşmıştır. Bu mektuplar elden ele, ilden ile dolaşmış, hatta özel olarak bu işle görevlendirilmiş Nur postacıları türemiştir. Ancak 31 Ağustos 1943 günü polis baskını yeniden tekrarlanmış ve evinde bulunan ilmi, imani ve ahlaki konular içeren bu mektuplar, dolayısıyla Üstad, yeniden tevkif edilmiştir. Bu sefer de Çankırı yoluyla Ankara'ya getirilmiş ve buradan Denizli hapishanesine sevkedilmiştir. Farklı yerlerden getirilen 126 Nur talebesi de aynı günlerde tevkif edilmiştir. Burada talebelerine sürekli moral veren ve onların imanını ayakta tutmaya gayret eden Üstad, Denizli'de iki ay kaldıktan sonra Emirdağ'da kalmaya mecbur edilir. Mahkeme eserlerini inceleyerek kanuna aykırı hiçbir yön bulunmadığını beyan etmiş olduğu halde gene de kendisini özgür bırakmamışlardır. Ayrıca evinin önünde gece gündüz gelen gideni kontrol eden bir polis yerleştirmişlerdir.

1948 yılında Üstad yine talebeleriyle birlikte alınmış ve Afyon hapishanesine götürülmüştür. Burada Bediüzzaman yaşı çok ilerlemiş olmasına rağmen, çok soğuk ve rutubetli bir koğuşa konmuş ve kendisiyle değil görüşmek ve konuşmak, selamlaşmak bile yasaklanmıştır. 1949 yılında Üstad Afyon hapishanesinden tahliye edildi. İki yıl kadar Emirdağ'da kaldıktan sonra, Isparta'ya yerleşti. Burada yetmiş gün kadar kaldı. Bu arada Gençlik Rehberi'nin Türkçe harflerle basılması nedeniyle gene kendisine bir dava açılmıştır. Duruşmaya katılmak üzere 1952 yılının Ocak ayında Sirkeci'de Akşehir Palas oteline yerleşti. Binlerce kişi Üstad'ı görebilmek için bu davanın mahkemelerine geliyordu. Bir süre sonra dava beraatle neticelendi. 1953 yılında İstanbul'da bir süre kalan Üstad, bundan sonraki yıllarda çeşitli yerlerde ikamet ettikten sonra 1960 senesinde Ankara'ya geri döndü.

Burada şiddetli bir zatürre hastalığına yakalandı ve talebelerine son derslerini verdikten sonra 21 Mart tarihinde Urfa'ya geldi. İpek Palas oteline yerleşti. Burada son günlerini geçiren Üstad, bu hasta haliyle bile yetkililer tarafından yolculuğa çıkartılmak istenmiş, ancak hayata veda ettiği için bu mümkün olmamıştır. Ve hepimizin gönülden sevdiği, hürmet ettiği bu değerli mümin, 23 Mart 1960 tarihinde gece 3.00 de bu hayata veda etmiştir. Ardında bıraktığı şu güzel müjdeyle "Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür sada, İslam'ın sadası olacaktır" (makale harun yahya)
 
Doğumu: 1878,Nurs köyü, Hizan, Bitlis, Vilâyet-î Bitlis, Osmanlı İmparatorluğu
Ölümü: 23 Mart 1960,Şanlıurfa, Türkiye Cumhuriyeti. (84 yaşında)

SaidNursi.jpg
 
Son düzenleme:
Bediüzzaman kimdir?

ustad.png
Bediüzzaman Said Nursî, 1878'de Bitlis vilayetine bağlı Hizan ilçesi Nurs köyünde dünyaya geldi. Çocukluğunda çevresindeki medreselerde eğitim gördü. Kendisinde görülen harikulade zeka ve hafıza sebebiyle önceleri Molla Said-i Meşhur diye tanındı. Daha sonra "Zamanın Harikası" anlamında "Bediüzzaman" ünvanıyla şöhret buldu.

Talebelik yıllarında temel İslamî ilimlerle ilgili 90 kitabı ezberledi. Her gece bunlardan birini tekrar ediyordu. Bu tekrarlar O'nu, Kur'an ayetlerini derinlemesine anlamasına birer basamak oldu ve her bir Kur'an ayetinin bütün kâinatı ihata ettiğini gördü.

1900'lü yılların başında, doğuda Medresetü-z Zehra adında, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu bir İslam Üniversitesi kurmak fikriyle ülkenin yönetim ve hilafet merkezi olan İstanbul'a geldi ve hayatı boyunca bu fikrini gerçekleştirmek için gayret gösterdi. Doğrudan istediği şekilde bir üniversite kuramamakla birlikte dünyanın her tarafına uzanan ilim evleri açılması ile Bediüzzaman'ın hayalini kurduğu ilim yuvaları farklı bir şekilde vücud buldu.

1. Dünya Savaşı yıllarında doğu cephesinde gönüllü alay komutanı olarak hizmet etti. Savaş esnasında yaralanıp 2,5 yıl Rusya'da esir kaldı. 1917'deki Bolşevik İhtilali esnasındaki kargaşadan yararlanıp esaretten kurtuldu. Dönüşte, Genelkurmay'ın kontenjanından Osmanlı'nın en üst düzey dinî danışma merkezi olan Dar-ül Hikmet-il İslamiyye'de görev yaptı. İngilizlerin İstanbul'u işgali yıllarında onların aleyhinde Hutuvat-ı Sitte adıyla bir risale neşretti.

Anadolu'da başlatılan İstiklal mücadelesine destek verdi.

1925 yılında Van'da eğitim faaliyetlerinde bulunurken, o sırada meydana gelen Şeyh Said hareketi sebebiyle, bu harekete karşı çıktığı halde tedbir olarak önce Burdur'a, ardından Isparta ve Barla'ya gönderildi. Burada 8 yıl kaldı. Risale-i Nur isimli Kur'an tefsirinin çoğu bölümlerini burada yazdı. Eserleri ve fikirleri sebebiyle Eskişehir Mahkemesine sevk edildi.

Sürgüne gönderildiği Kastamonu'da eserlerini yazmaya devam etti. 1943'te Denizli Mahkemesi'ne, 1948'de Afyon Mahkemesi'ne sevk edildi. Mahkemeler beraatla neticelendi.

1950'de çok partili hayata geçildiğinde dini hak ve hürriyetler genişledi. Bediüzzaman, bu dönemde eserlerini matbaalarda bastırdı.

Bediüzzaman Said Nursi, 23 Mart 1960'ta Hakk'ın rahmetine kavuştu.
 
---> Bediüzzaman Said Nursi

317970_463831747007304_1827996708_n.jpg

“ Osmanlıcayı dünyada en iyi bilen insanlardan birisi benim. Ben said Nursi’nin kitaplarından hiç bir şey anlamıyorum. Kitaplarda bir şey anlatılmamış, resmen laf salatası yapılmış.”

-Murat Bardakçı
 
---> Bediüzzaman Said Nursi

[MENTION=54256]Mastor[/MENTION]
Konuya sırf Murat Bardakçı'dan bahsetmek için girmiştim Allah iyiliğini xD
 
---> Bediüzzaman Said Nursi

Bende de kitapları var en fazla 40 dakika okuyabildim hiçbir şey anlamadım gerçekten. Dili çok ağır ...
 
---> Bediüzzaman Said Nursi

Kolay anlaşılamadıgı için anlayanlar daha sade bir dille anlatıyor bir kere sohbetlerine katılmıştım nurcuların..güzel anlatıyorlar anlamayanlar sohbetlere gitsin anlarlar) Murat bardakcı beyefendiye de tavsiye ederim
 
---> Bediüzzaman Said Nursî

İslam düşünürü ve tefsir yazarı. Risale-i Nur Külliyatı'nın yazarı ve Nur Cemaati'nin kurucu lideridir.

15 yaşında bir medrese öğrencisi iken hocası tarafından verilen Bedî-üz-Zamân (zamanın güzelliği) lakabı ismiyle birlikte kullanılır. Kendisinin "Bediüzzaman" isminin yanı sıra "Molla Said-i Meşhur", "Said-i Nursî", "Said-i Kürdî" gibi isimler kullandığı da bilinmektedir.

Said_Nurs.jpg
 
---> Bediüzzaman Said Nursi Kimdir ?



Kitaplarini anlamayanlari anlamadigim,bircok insan gibi benimde risalelerinden feyz aldigim İslam alimi...Ömrü cilelerle ve sürgünlerle gecmesine ragmen,defaatle öldürülmeye calisilip,türlü hakarete maruz kalmasina ragmen İslam'i cani pahasina milyonlara anlatmaya calismis Allah dostu...Nur cemaatinin kurucusu ve önderidir.Uzun yillardir bende dahil milyonlarca kisiyi kandirarak,etkisi altina aldigi Fetullah Gülen ve cemaati Gülenci'lerin kesinlikle Nur cemaatiyle ilgisi yoktur.Aksine Bediüzzaman Hazretleri'nin nesriyatlari ve isminden faydalanilarak milyonlarca insan hem maddi hem manevi sömürülmüstür.Bediüzzaman'in risalelerine laf salatasi diyen üstün zekalilarin anlamayacagi dil ve uslubu anlayabilenler icin müthis bir islam kaynagi,feyz vesilesidir.

 
---> Bediüzzaman Said Nursi Kimdir ?

Risâle-i nûr mensûbları, 1950’lerde yok denecek kadar azdı.O zamanlar, nurcuların medrese dedikleri, toplanıp nur risâlelerini okudukları yerler polis tarafından basılıyor, nurcular kânûnen cezâlandırılıyorlardı. 1923-1950 arası dîne yapılan baskılar,zulmler sebebiyle,dînini öğrenmek isteyen halk,susuzlukdan ölmek üzere olan insânların suya koşuşmaları gibi,nurculuğu dîn zannederek,bu yanlış inançın içine düşmüşler,hakîkî dîni öğrenelim derken,ayrıca inançlarına da sapıklıklar bulaşdırmışlardır. Türkiyye’de ,o târîhlerde nurcu sayısı, belki de bin kişi bile değildi… Hükûmetlerin nurculara karşı bu menfî davranışı ,halkın bir kısmınının nurculuğa meylini artırmış, bu ve buna benzer sebeblerle nurcuların sayısı hayli artmış [Daha sonraki ba’zî siyâsîler de nurculara destek olunca] maddî bakımdan da hayli güçlenmişlerdir…
İlk zamanlar, yaşımın küçüklüğü sebebiyle,Risâle-i nuru okuyor fakat,tam anlayamıyordum. Tahsîlime devâm ederken risâleleri okumaya ara verdim. Üniversitede kariyer yapdıkdan çok zaman sonra, beni çok seven ve güvenen bir arkadaşımın Risâle-i nur’la ilgili sorularına tarafsız cevâb verebilmem için nûr risâlelerinin tamâmını (1) tekrâr okumaya karar verdim, vaktimin büyük bir kısmını risâleleri okumaya ayırdım. Risâlelerde dikkâtimi çeken, inancımıza zıd bir çok mes’ele üzerine, bu işin ehli mütehasıs zevât ile müştereken Risâle-i nur ile ilgili bir çalışma yapmaya karar verdik. Risâlelerin tamâmını tedkîk ederek, tarafsız bir niyyetle tahlîl etmeye çalışdık…
Biz, bu çalışmamızda hüsn-i zan ile hareket edip iftirâ etmemek, fakat haksız olanı da medh etmemek için büyük gayret sarfetdik. Allâh katında çok sevimli amel “Hübb-i fillâh ve büğz-ı fillâh” ya’nî “Allâh için, Allâh dostlarını sevmek ve Allâh için, Allâh düşmânlarına düşmân olmak”, uyulması çok mühim ve ilk önce yapılması gereken emirlerdendir.(2) Bu sebebden müslimânların îmânlarını koruyabilmeleri için bilhassa bu zamanda çok dikkatli olmaları, Allâhın düşmânlarını dost, dostlarını da düşmân bilmemeleri, mutlak sûretde elzemdir, çünkü, “Kişi,sevdiği ile berâberdir ”(3) bu îmânî çok mühim bir mes’eledir. Bu husûsda, âlim olub da susanlar, büyük vebâl altındadır. Risâle-i nuru değerlendirirken bu husûsda çok gayret sarfedilmişdir. Çalışmalarımız netîcesinde, piyasadaki, Saîd Nursî ile ilgili değerlendirmelerin çoğunun me’alesef(4),gerçeklerle hiçbir alâkası olmadığını da görmüş olduk…
Saîd Nursî’yi tahlîl etmeden evvel onu yakinen tanımak gerekir. Onun için de İttihâd ve Terakkî ile ilgisini, Sultân AbdülHamîd’e karşı tavrının hangi sebebden kaynaklandığını, müslimânlar arasında Risâle-i nuru yayarken nasıl bir usûl ta’kîb etdiğini, mücâdelelerini, karşılaşdığı sıkıntılarını, risâlelerini habshânelerde veyâ ikâmete mecbûr tutulduğu yerlerde (göz habsinde) rûhî sıkıntı içerisinde nasıl yazdığını, daha evvel de vehn-i a’sâb (nevrestani) ve şu’ûr bozukluğu sebebiyle tedâvî gördüğünü, hattâ Toptaşı akıl hastahânesi’nde altı ay kaldığını hatırlatmakda fâide vardır.
İttihâdcı olması dolayısıyla, İttihâd ve Terakkînin kimler tarafından ne niyyetle kurulduğu ve mensûblarının icrâ’atları, Osmânlı Devleti’ne neden cebhe aldıkları, inançlarının İslâm inancına uyup uymadığı bilinmeden, Saîd Nursî’yi tam ma’nâsı ile tanımak mümkin değildir.
Saîd Nursî’nin İslâmdaki mevki’ini tam tesbît edebilmek için, İslâmî mes’eleleri de hakkıyle bilmek gerekir… İslâmı hakkıyla bilmeden her hangi bir kişinin arkasından gitmekde de îmânını zedeleme tehlikesi vardır. ” Îmân edib de îmânlarına zulüm (şirk) bulaşdırmayanlar korkudan emîndirler.” En’âm,82.Bundan dolayı,müslimânların, kâfirlerle, ehl-i bid’at ve ehl-i dâlle ile dost olmak dînen memnû’dur.(5)
Sapıklığın hâkim olduğu zamanlarda, müslimânların îmânlarını koruyabilmeleri zor olduğundan, îmânlarının zarar görmemesi için, İslâmiyyeti iyice bilmeleri, sapıklıklara karşı îmânlarının sarsılmaması içün de bu husûsda uyanık olmaları ve zarûrat yok ise, onlardan uzak durmaları gerekir.
(Osmânlı Devletinin, “Birinci cihân harbi”nden sonra
i’tilâf devletlerince(İngiltere,Fransa,İtalya,A.B.D.) paylaşılması netîcesinde, Müslimânların kıblesinin de bulunduğu Arabistân ile Mısır,Irak… gibi bir çok memleket, büyük lokmayı kapan İngiltere’nin, müstemlekesi olmuşdur.İngiltere’nin işgâl etdiği bütün memleketlerde,İngiliz müstemleke eğitiminden geçen gençler,(6)me’alesef, düzmece târîh ve inançlarla, ecdâdına düşmân yapılmış, kafaları dumura uğratılmış , doğru ile eğriyi ayırt edemez hâle getirildiklerinde, kendi sapık adamlarını,onlara İslâm âlimi diye tanıtmışlar,böylece, bu gençler maddî imkânlarla veyâ ba’zî makâmlara getirilmek sûretiyle, kandırılıp,temiz ecdâdının gitdiği yoldan sapdırılmışlardır.Tabii ki müstemleke edilen devletin sömürülebilmesi, o memleketin insânının, ecdâdını,hakîkî İslâm âlimlerini ve inancını beğenmemesi, kendisini küçük görmesi, bayrağını, vatânını,milletini sâhib çıkmamasıyla mümkindir… )
Asrımızın şerr güçlerinin, müslimânların îmânlarını çalmak için büyük bir gayret sarf etdikleri ortadadır , bu husûsda sarfetdikleri paralar da akıllara durgunluk verecek mikdârlardadır.
Doğru yoldan sapdırılan insânları tekrâr doğru yola çekmek kolay bir iş değildir. Çünki her fırka inancından memnûndur. Allâhü te’âlâ: “ Her fırka inancı ile öğünür.” (7) buyuruyor. Allâhü te’âlâ bizleri doğruyu bulan, yanlış inancında boş yere direnmeyip gerçeği kabûllenen kullarından eylesin.

Dr. S. Ahmed A’sâlıoğlu




(1) Kitâblarının çeşitli kitâbevleri tarafından basılması sebebiyle, sahîfe numaralarının farklılık göstermesi ve ba’zî kısımlarının kasden çıkarılmış olmasının bilinmesi, araşdırma yapanlara fâideli olacakdır. [Bu kitâbımız, Risâle-i nur’un osmânlıcası ve çeşitli kitâbevlerinin basdığı nüshâlar gözden geçirilerek hazırlanmışdır.]
(2)Âl-i imrân,114;İmâm-ı Hanbel,Müsned
(3) Buhâri,Müslim’den hadîs-i şerîf
(4) Kelimeler mümkin olduğu kadar doğru yazılışlarıyla, asıllarına sâdık kalınarak yazılmaya çalışılmış,bu husûsda a’zamî gayret sarfedilmişdir
(5) İmâm Rabbânî, Mektûbât, c.1/ 266.mektûb
(6)[İngilizlerin müstemlekesi Hindistân’da,lise’de logaritma cetvelinin temâmını ezberleyemeyenler,talebelikden atılır,çok az da olsa ezberleyebilenlerin ise zihnen hasta olmamaları mümkin değildir.Okuyanları da sağlıksız olan insânları sömürmek, onları idâre etmek, tabi’î ki zor değildir.Buralarda bu şekilde kolayca elde etdikleri ajanlar sâyesinde,o memleketin yer altı ve yerüstü varlıkları,savaş yapmadan, asker zâyi’atı vermeden İngiliz’lerin eline geçmişdir.]
(7) Rûm Sûresi,32;Mü’minûn Sûresi,53
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst