SuskunDervis
Kayıtlı Üye
Sartrea göre mahkûm olduğumuz, dolayısıyla da belki hiç elde edemediğimiz özgürlükü, herhangi bir dış baskıdan bağımsız olma ve ondan etkilenmeme durumu olarak tanımlayabiliriz. Hatta sadece dış baskı değil, bir de kişinin kendi kendini baskı altına almaması hali olarak tanımlarsak daha iyi olacak. Neden mi, çünkü 21. yy.da insan, hayattan ve en önemlisi kendisinden umudunu yitirmeye başladı!
Öncelikle tespitimizi yapalım, ardından özgürlük ve teknoloji kavramlarının hayatımıza ilişkin yönleri üzerinde duralım: Teknoloji geliştikçe markalar arası rekabeti hızlandırıyor, rekabet arttıkça reklamların da işleviyle yeni ihtiyaçlar yaratılıyor, yeni ihtiyaçlar yaratıldıkça insanın bilinçaltında kendi kendisini baskı altında tutma süresi artıyor. Tarihe uzanalım: 1910da Henry Fordun seri üretim ekonomisi için kurduğu bant sistemi, nasıl ki kitlesel üretimi başlattıysa, hemen ardından üretilen ürünlerin ulusal pazar içine girerek alıcı kesimi arttırması da aynı hızla yeni bir mecrada kitlesel tüketimi başlattı. Sanayi devrimi olarak adlandırılan bu değişimden sonra tasarrufa verilen toplumsal değer, yerini yavaş yavaş tüketime bıraktı. Teknolojinin de gelişimiyle birlikte gündelik hayatı kolaylaştıracak temel ihtiyaçları ucuza getirmek amaç olsa da, Amerikanın biriken stoklar sebebiyle yaşadığı 1929 krizinden tüm ülkeler etkilendi. Adam Smithin tam serbest ekonomi modeli yerini Keynesin müdahaleci devlet modeline, kaliteye önem verilmeyen üretim de yerini markayla güvence altına alınan kalite anlayışına bıraktı. Varolan ihtiyaçların giderilmesine yönelik ürünler arası rekabet, yerini yeni ihtiyaçların yaratılmasına yönelik markalar arası rekabete bıraktı. İşte o an, insanlık yeni bir dünya düzenine girmiş, farklı bir varolma savaşı olarak belirtilen imaj savaşını başlatmıştı. Herkesin imajlara sığındığı, imajlar üzerinden birbirine saldırdığı bu savaş, her şeyden önce teknolojik bir savaştı; kim ne kadar güçlüyse ve ilerideyse, onun ürünleri de ileride olacak, markaların önlerinde yer alacaktı. Nitekim öyle de oldu, kimin ürününün imajı pahalıysa, o hep en önlerde bulundu. Bu durum, tabii olarak tüketiciyi etkiledi. En fazla etkilenenler, sermaye sahipleri gibi olmak için çabalayan ve hayat standardını da yavaş yavaş arttırmaya başlayan tüketicilerdi. Bir ürünün kültürel değeri olsa dahi, sırf imajı pahalı olduğu için tüketicilerin o ürünü maddi bedelinin çok üstünde bir ücret vererek imajıyla birlikte satın aldıkları zamanlar geldi. İmajlar, internetin de gelişimiyle farklı bir boyut kazandı ve insanları hayatın sırlarından uzaklaştırmaya, yalnızlaştırmaya, farklı ihtiyaçlarla mahkûmlaştırmaya başladılar. Her taraf reklamlarla doldu, insan nereye dönse bir logo, nereye baksa bir yere göndermeler yapan simgelerle karşılaşmaya başladı. Bilinçaltı ister istemez gördüğü o imajlara takılmaya başlayınca, felaket kendiliğinden geldi. İnsanoğlu yalnızlaşmıştı!
İnsan, yalnızlaştıkça mahkûmlaştı. Çünkü bu yalnızlaşma, kendi iç sesini dinlediği bir yalnızlaşma değildi. Farklı alanlarla yaratılan ihtiyaçlara cevap verebilmek için yalnızlaşan insan, kendine vakit ayıramadığı gibi çevresine de vakit ayıramamaya başladı. Kendi düzenini altüst ettiği gibi toplumsal düzeni de altüst etti ve bu durumu özgürlük olarak tanımlamaya başladı. Mahkûmlaşma, insanın özgürlük kavramına yüklediği anlamı da kuşattığından ötürü, insan bir yanda eşyaya mahkûm olurken, diğer yanda özgür olduğunu sanarak, en başta kendisini sonra da çevresindekileri kandırmaya başladı. Şaka gibi gerçekleşti her şey, şaka gibi ortada kaldı insan!
Eşyaya mahkûm olan insan, en başında kendi iç yolculuğundan uzak kaldığının farkına varamadı. Orhan Veli Kanıkın Hey sen ne duruyorsun be! At kendini denize, geride bekleyenin varmış aldırma. Görmüyor musun her yanda hürriyet, yelken ol deniz ol su ol balık ol git gidebildiğin yere mısralarıyla açıkladığı özgürlük tanımı, işte tam da yukarıda bahsettiğimiz konuyu özetliyor. İnsan, ait olması gereken yerde olmayınca, boşta kalınca, ister istemez ait olması gereken yere yükleyeceği anlamı özgürlük kavramına yüklemek zorunda kalıyor. Özgürlük kavramına yüklenen anlamlar da bu yüzden farklılık arz ediyor.
İnsan, inanması gerekene inanmayınca eşyaya inanarak ihtiyacını karışılıyor, yapması gerekeni yapmayınca sorumluluğu kabul etmiyor, üstüne vazife olmayan işlere bulaşınca kaçıyor, hayat da böyle değil midir? Bir seçim, bir tercih meselesidir hayat. Stephen Kingin Rita hayworth and shawshank redemption adlı kısa öyküsünden uyarlanmış Esaretin Bedeli adlı küt filmin afiş cümlesiyle bitirelim:
Korktukça tutsak, umut ettikçe özgürsünüz Sizce korkularımız neden kaynaklanıyor?
Yunus Emre Tozal
Öncelikle tespitimizi yapalım, ardından özgürlük ve teknoloji kavramlarının hayatımıza ilişkin yönleri üzerinde duralım: Teknoloji geliştikçe markalar arası rekabeti hızlandırıyor, rekabet arttıkça reklamların da işleviyle yeni ihtiyaçlar yaratılıyor, yeni ihtiyaçlar yaratıldıkça insanın bilinçaltında kendi kendisini baskı altında tutma süresi artıyor. Tarihe uzanalım: 1910da Henry Fordun seri üretim ekonomisi için kurduğu bant sistemi, nasıl ki kitlesel üretimi başlattıysa, hemen ardından üretilen ürünlerin ulusal pazar içine girerek alıcı kesimi arttırması da aynı hızla yeni bir mecrada kitlesel tüketimi başlattı. Sanayi devrimi olarak adlandırılan bu değişimden sonra tasarrufa verilen toplumsal değer, yerini yavaş yavaş tüketime bıraktı. Teknolojinin de gelişimiyle birlikte gündelik hayatı kolaylaştıracak temel ihtiyaçları ucuza getirmek amaç olsa da, Amerikanın biriken stoklar sebebiyle yaşadığı 1929 krizinden tüm ülkeler etkilendi. Adam Smithin tam serbest ekonomi modeli yerini Keynesin müdahaleci devlet modeline, kaliteye önem verilmeyen üretim de yerini markayla güvence altına alınan kalite anlayışına bıraktı. Varolan ihtiyaçların giderilmesine yönelik ürünler arası rekabet, yerini yeni ihtiyaçların yaratılmasına yönelik markalar arası rekabete bıraktı. İşte o an, insanlık yeni bir dünya düzenine girmiş, farklı bir varolma savaşı olarak belirtilen imaj savaşını başlatmıştı. Herkesin imajlara sığındığı, imajlar üzerinden birbirine saldırdığı bu savaş, her şeyden önce teknolojik bir savaştı; kim ne kadar güçlüyse ve ilerideyse, onun ürünleri de ileride olacak, markaların önlerinde yer alacaktı. Nitekim öyle de oldu, kimin ürününün imajı pahalıysa, o hep en önlerde bulundu. Bu durum, tabii olarak tüketiciyi etkiledi. En fazla etkilenenler, sermaye sahipleri gibi olmak için çabalayan ve hayat standardını da yavaş yavaş arttırmaya başlayan tüketicilerdi. Bir ürünün kültürel değeri olsa dahi, sırf imajı pahalı olduğu için tüketicilerin o ürünü maddi bedelinin çok üstünde bir ücret vererek imajıyla birlikte satın aldıkları zamanlar geldi. İmajlar, internetin de gelişimiyle farklı bir boyut kazandı ve insanları hayatın sırlarından uzaklaştırmaya, yalnızlaştırmaya, farklı ihtiyaçlarla mahkûmlaştırmaya başladılar. Her taraf reklamlarla doldu, insan nereye dönse bir logo, nereye baksa bir yere göndermeler yapan simgelerle karşılaşmaya başladı. Bilinçaltı ister istemez gördüğü o imajlara takılmaya başlayınca, felaket kendiliğinden geldi. İnsanoğlu yalnızlaşmıştı!
İnsan, yalnızlaştıkça mahkûmlaştı. Çünkü bu yalnızlaşma, kendi iç sesini dinlediği bir yalnızlaşma değildi. Farklı alanlarla yaratılan ihtiyaçlara cevap verebilmek için yalnızlaşan insan, kendine vakit ayıramadığı gibi çevresine de vakit ayıramamaya başladı. Kendi düzenini altüst ettiği gibi toplumsal düzeni de altüst etti ve bu durumu özgürlük olarak tanımlamaya başladı. Mahkûmlaşma, insanın özgürlük kavramına yüklediği anlamı da kuşattığından ötürü, insan bir yanda eşyaya mahkûm olurken, diğer yanda özgür olduğunu sanarak, en başta kendisini sonra da çevresindekileri kandırmaya başladı. Şaka gibi gerçekleşti her şey, şaka gibi ortada kaldı insan!
Eşyaya mahkûm olan insan, en başında kendi iç yolculuğundan uzak kaldığının farkına varamadı. Orhan Veli Kanıkın Hey sen ne duruyorsun be! At kendini denize, geride bekleyenin varmış aldırma. Görmüyor musun her yanda hürriyet, yelken ol deniz ol su ol balık ol git gidebildiğin yere mısralarıyla açıkladığı özgürlük tanımı, işte tam da yukarıda bahsettiğimiz konuyu özetliyor. İnsan, ait olması gereken yerde olmayınca, boşta kalınca, ister istemez ait olması gereken yere yükleyeceği anlamı özgürlük kavramına yüklemek zorunda kalıyor. Özgürlük kavramına yüklenen anlamlar da bu yüzden farklılık arz ediyor.
İnsan, inanması gerekene inanmayınca eşyaya inanarak ihtiyacını karışılıyor, yapması gerekeni yapmayınca sorumluluğu kabul etmiyor, üstüne vazife olmayan işlere bulaşınca kaçıyor, hayat da böyle değil midir? Bir seçim, bir tercih meselesidir hayat. Stephen Kingin Rita hayworth and shawshank redemption adlı kısa öyküsünden uyarlanmış Esaretin Bedeli adlı küt filmin afiş cümlesiyle bitirelim:
Korktukça tutsak, umut ettikçe özgürsünüz Sizce korkularımız neden kaynaklanıyor?
Yunus Emre Tozal