Darq_FaCe
Kayıtlı Üye
'BABAMIN ZORUYLA SİMİT SATTIM'
Serdar Ortaç’ın küçükken babasının zoruyla su ve simit sattığını, eskiden kendi sesini dinlemeye tahammül edemediğini ve şöhretten nefret ettiğini biliyor muydunuz?
Kelebek'in haberine göre; Ortaç, TRT 1’de yayınlanan “Zirvedekiler” programında şaşırtan itiraflarda bulundu. İşte Hafta Sonu dergisinin de yer verdiği o açıklamalar...
Çocukluğumla ilgili tek hatırladığım, babamın eve çikolatalarla, oyuncaklarla gelişi... Ama bunun yanında haftanın altı günü onu görmezdim. Sabahlara kadar çalışacak kadar işkolikti. Plastik kalıpçısı kendisi. Küçük, banyo kadar bir dükkanı, tek bir torna tezgahı vardı. O küçük atölyeden başladı. Ortanca Sertaç doğdu, onunla birlikte Tophane’ye bir atölye açtı. En küçük kardeşim Serkan doğduğunda yavaş yavaş fabrika işine dönüştü. Her erkek çocuk ona şans getirdi.
Cebimdekileri bile alırdı
Babamın işyerinde bütün işçiler gece 23.00’e kadar çalışırdı. Babam önce bana banyoyu temizletirdi, sonra tezgahlardaki metal kırıntıları bezle silerdim. Beni çok çalıştırırdı. Cumartesi günleri atölye kapalıydı ama o yine yetinmezdi. Annemin bir oklavası vardı. Onu alırdı, T cetveli şeklinde çivi çakardı. Simit aldırırdı bana fırından. Ben o simitleri taze taze oklava tezgahına yerleştirirdim. 1977’den bahsediyorum. Çevre tiyatrosu önünde, Gima’da kuyruklar oluşurdu. Yağ bulunmazdı, tüp bulunmazdı... Ben o kuyruklarda simit satardım. Pazar günleri ise çaydanlığa su koyardım, annem içine buz atardı. Babamın zoruyla bu kez de su satmaya giderdim. Yani cumartesi simit, pazar su satma günümdü.
Sonra bozuk paraları sayardım. “Oh” derdim, “madem yedi gün çalışıyorsun, şu bozuk paralarla git kendine bir şey yap”. Ama babam onu da cebimden alırdı. Sadece onların yüzdesini verirdi bana... Derdi ki, “Bu kadar çalıştın, iki simit parası senin, 12 simit parası da şirketin olacak”. Ortada şirket falan yoktu, yaşım 7-8’di. Oradan başladı babam bunu bana aşılamaya. Bana hem iş hayatını, hem ayakta durmayı hem de etraftaki hainlere karşı nasıl ayakta durulması gerektiğini öğretti...
Hâlâ tornacılık yaparım
10 yaşından sonra babam beni her hafta eğlence mekânlarına, türkü barlara götürdü. Saz çalışları öğretti. Yerine göre Rum müziğini öğretti. Bana müzik sevgisini aşıladı. Ama sonra olaylar değişti. Babam tornacı olduğu için onun isteği üzerine Haydarpaşa Meslek Lisesi Torna Tesviye Bölümü’nü bitirdim. Dört sene sonra okul bitince babamın yanına girdim. Onun en büyük hayali, oğlunu atölyenin başına koymaktı.
Kardeşimin doğumuyla “Ohh, yırttım. Ben istediğimde kaçarım, babamı da kardeşime kanalize ederim” diye düşündüm. “Bu iş bana göre değil baba” dedim. Ama her şeyi de öğrendim. Hâlâ da yaparım. Babam bana hep kızdı. Tek çarem üniversiteyi kazanmaktı. Allah yardım etti, Bilkent Amerikan Filolojisi’ni kazandım. İki sene okumaya çalıştım, olmadı, ayrıldım. Bu sırada kardeşim çoktan babamın yanında çalışmaya başlamıştı, böylelikte kurtuldum.
Sesime tahammül edemiyordum
Üniversiteyi kazanmadan önceki sene babamın yanında çalışırken melodiler gelirdi hep kulağıma. Bu mırıldanmaların bir tanesinde “Karabiberim”le şarkı yazar oldum. Sesime de güvenmiyorum o zamanlar. İncecik bir sesim vardı. Kendimi dinlemeye tahammül edemiyordum. Ama Allah herhalde arkadan şöyle bir vurdu ve itti beni, “yürü” dedi ve yürüdüm.
Oğlum zurnacı mı olacak?
Bir gün babam ve 20 yıllık dostum, şu an menajerim Hakan ile arabada gidiyorduk. Babam arkaya dönüp Hakan’a “Oğlum zurnacı mı olacak?” dedi. Hakan da “Ne var ki zurnacı olmakta? Serdar müziği seviyor, bırak sevsin” dedi. Babam buna karşılık “Çocuğum zurnacı olursa kırarım ben o zurnayı” yanıtını verdi.
O zamanlar “Müzikle beni ne kavuşturur?” diye düşündüm, gittim radyonun birine girdim. Yavaş yavaş popülaritemi kazandım, ünlü kişileri programa konuk etmeye başladım. Bunlardan biri de Ebru Gündeş’ti. Reklam arasında “Ebru Hanım, ben beste yapıyorum, şarkı söylüyorum, bir dinler misiniz?” dedim. Dinledi, “Çok başarılısın” dedi. Koral Sarıtaş’a bahsetmiş benden. Ebru ile toplantı yaptık, anlaştık. Öztan Turgay Hoca’nın olduğu Galata’da bir stüdyo vardı. Ama gelmedi. Albüm çıkmayacak korkusu sardı beni. Şarkıya başlamadan önce ‘kayıt’a basardım, sonra odaya koşup şarkı söylerdim “Karabiberim” diye... Detone olduğumda koşup ‘pause’a basar, içeri koşar, tekrar söylerdim. Böyle böyle albüm yaptım. Albüm 15 günde 1 milyon sattı. O zamanın korsanıyla 3 milyon...
Şöhret benden özgürlüğümü aldı
Hayatımı şöhret öncesi ve şöhret sonrası olarak ikiye ayırıyorum. Bir insan evladının omuzlarının taşıyamayacağı kilodan fazla şöhretin bedeli... Bu açıdan, şöhretten nefret ediyorum. Sevilir hiçbir yanı yok. Bu ağırlığın en güzel tarafı, başarından aldığın haz. Yani kendini bir şey zannedebilmek. Ama mesleğimi o kadar çok seviyorum ki, her şeyi şarkıyla anlatmak istiyorum. Şöhret ben hariç her şeyimi değiştirdi. Beni de değiştirebilseydi... Onlara dayanma gücü verebilseydi... Çünkü ben zayıf bir adamım duygu olarak... En ücra radyoda bile eleştirilmek beni üzer. Şöhret beni değiştirebilseydi, bunlara gaddarlıkla yaklaşabilirdim. Şöhret benden özgürlüğümü aldı!
Serdar Ortaç’ın küçükken babasının zoruyla su ve simit sattığını, eskiden kendi sesini dinlemeye tahammül edemediğini ve şöhretten nefret ettiğini biliyor muydunuz?
Kelebek'in haberine göre; Ortaç, TRT 1’de yayınlanan “Zirvedekiler” programında şaşırtan itiraflarda bulundu. İşte Hafta Sonu dergisinin de yer verdiği o açıklamalar...
Çocukluğumla ilgili tek hatırladığım, babamın eve çikolatalarla, oyuncaklarla gelişi... Ama bunun yanında haftanın altı günü onu görmezdim. Sabahlara kadar çalışacak kadar işkolikti. Plastik kalıpçısı kendisi. Küçük, banyo kadar bir dükkanı, tek bir torna tezgahı vardı. O küçük atölyeden başladı. Ortanca Sertaç doğdu, onunla birlikte Tophane’ye bir atölye açtı. En küçük kardeşim Serkan doğduğunda yavaş yavaş fabrika işine dönüştü. Her erkek çocuk ona şans getirdi.
Cebimdekileri bile alırdı
Babamın işyerinde bütün işçiler gece 23.00’e kadar çalışırdı. Babam önce bana banyoyu temizletirdi, sonra tezgahlardaki metal kırıntıları bezle silerdim. Beni çok çalıştırırdı. Cumartesi günleri atölye kapalıydı ama o yine yetinmezdi. Annemin bir oklavası vardı. Onu alırdı, T cetveli şeklinde çivi çakardı. Simit aldırırdı bana fırından. Ben o simitleri taze taze oklava tezgahına yerleştirirdim. 1977’den bahsediyorum. Çevre tiyatrosu önünde, Gima’da kuyruklar oluşurdu. Yağ bulunmazdı, tüp bulunmazdı... Ben o kuyruklarda simit satardım. Pazar günleri ise çaydanlığa su koyardım, annem içine buz atardı. Babamın zoruyla bu kez de su satmaya giderdim. Yani cumartesi simit, pazar su satma günümdü.
Sonra bozuk paraları sayardım. “Oh” derdim, “madem yedi gün çalışıyorsun, şu bozuk paralarla git kendine bir şey yap”. Ama babam onu da cebimden alırdı. Sadece onların yüzdesini verirdi bana... Derdi ki, “Bu kadar çalıştın, iki simit parası senin, 12 simit parası da şirketin olacak”. Ortada şirket falan yoktu, yaşım 7-8’di. Oradan başladı babam bunu bana aşılamaya. Bana hem iş hayatını, hem ayakta durmayı hem de etraftaki hainlere karşı nasıl ayakta durulması gerektiğini öğretti...
Hâlâ tornacılık yaparım
10 yaşından sonra babam beni her hafta eğlence mekânlarına, türkü barlara götürdü. Saz çalışları öğretti. Yerine göre Rum müziğini öğretti. Bana müzik sevgisini aşıladı. Ama sonra olaylar değişti. Babam tornacı olduğu için onun isteği üzerine Haydarpaşa Meslek Lisesi Torna Tesviye Bölümü’nü bitirdim. Dört sene sonra okul bitince babamın yanına girdim. Onun en büyük hayali, oğlunu atölyenin başına koymaktı.
Kardeşimin doğumuyla “Ohh, yırttım. Ben istediğimde kaçarım, babamı da kardeşime kanalize ederim” diye düşündüm. “Bu iş bana göre değil baba” dedim. Ama her şeyi de öğrendim. Hâlâ da yaparım. Babam bana hep kızdı. Tek çarem üniversiteyi kazanmaktı. Allah yardım etti, Bilkent Amerikan Filolojisi’ni kazandım. İki sene okumaya çalıştım, olmadı, ayrıldım. Bu sırada kardeşim çoktan babamın yanında çalışmaya başlamıştı, böylelikte kurtuldum.
Sesime tahammül edemiyordum
Üniversiteyi kazanmadan önceki sene babamın yanında çalışırken melodiler gelirdi hep kulağıma. Bu mırıldanmaların bir tanesinde “Karabiberim”le şarkı yazar oldum. Sesime de güvenmiyorum o zamanlar. İncecik bir sesim vardı. Kendimi dinlemeye tahammül edemiyordum. Ama Allah herhalde arkadan şöyle bir vurdu ve itti beni, “yürü” dedi ve yürüdüm.
Oğlum zurnacı mı olacak?
Bir gün babam ve 20 yıllık dostum, şu an menajerim Hakan ile arabada gidiyorduk. Babam arkaya dönüp Hakan’a “Oğlum zurnacı mı olacak?” dedi. Hakan da “Ne var ki zurnacı olmakta? Serdar müziği seviyor, bırak sevsin” dedi. Babam buna karşılık “Çocuğum zurnacı olursa kırarım ben o zurnayı” yanıtını verdi.
O zamanlar “Müzikle beni ne kavuşturur?” diye düşündüm, gittim radyonun birine girdim. Yavaş yavaş popülaritemi kazandım, ünlü kişileri programa konuk etmeye başladım. Bunlardan biri de Ebru Gündeş’ti. Reklam arasında “Ebru Hanım, ben beste yapıyorum, şarkı söylüyorum, bir dinler misiniz?” dedim. Dinledi, “Çok başarılısın” dedi. Koral Sarıtaş’a bahsetmiş benden. Ebru ile toplantı yaptık, anlaştık. Öztan Turgay Hoca’nın olduğu Galata’da bir stüdyo vardı. Ama gelmedi. Albüm çıkmayacak korkusu sardı beni. Şarkıya başlamadan önce ‘kayıt’a basardım, sonra odaya koşup şarkı söylerdim “Karabiberim” diye... Detone olduğumda koşup ‘pause’a basar, içeri koşar, tekrar söylerdim. Böyle böyle albüm yaptım. Albüm 15 günde 1 milyon sattı. O zamanın korsanıyla 3 milyon...
Şöhret benden özgürlüğümü aldı
Hayatımı şöhret öncesi ve şöhret sonrası olarak ikiye ayırıyorum. Bir insan evladının omuzlarının taşıyamayacağı kilodan fazla şöhretin bedeli... Bu açıdan, şöhretten nefret ediyorum. Sevilir hiçbir yanı yok. Bu ağırlığın en güzel tarafı, başarından aldığın haz. Yani kendini bir şey zannedebilmek. Ama mesleğimi o kadar çok seviyorum ki, her şeyi şarkıyla anlatmak istiyorum. Şöhret ben hariç her şeyimi değiştirdi. Beni de değiştirebilseydi... Onlara dayanma gücü verebilseydi... Çünkü ben zayıf bir adamım duygu olarak... En ücra radyoda bile eleştirilmek beni üzer. Şöhret beni değiştirebilseydi, bunlara gaddarlıkla yaklaşabilirdim. Şöhret benden özgürlüğümü aldı!