ashli
Bayan Üye
Yazarı: Gabriel Garcia Marquez
Çevirmen: Pınar Savaş
Yayınevi: Can Yayınları
Basım Tarihi: Eylül 2005
Sayfa Sayısı: 550
ARKA KAPAK
Gabriel García Márquez çapında bir yazarın anılarını yalnızca hayranları değil, tüm bir edebiyat dünyası nicedir bekliyordu. 20. yüzyıl edebiyatına damgasını vuran büyülü gerçekçiliğin büyük ustası, Yaprak Fırtınası'ndan Yüzyıllık Yalnızlık'a, Kolera Günlerinde Aşk'tan Benim Hüzünlü ******larım'a, esin kaynaklarını hep kendi yaşamında, yakın çevresindeki insanlarda aramıştı. O yüzden, yapıtlarıyla yaşamı arasında sık dokunmuş bağlar vardı. García Márquez, sonunda anılarını yazdı. Anlatmak İçin Yaşamak, tüm hayatını, anlatmak, yazmak için yaşamış bir yazarın anılarının çok ötesinde bir kitap. Ancak onun kaleminden çıkabilecek, roman tadında okunabilen bir yapıt. Anlatmak İçin Yaşamak'ta "Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır" diyen yazarın yalnızca yaşam öyküsünü değil, tüm yapıtlarının izlerini de bulacaksınız
KİTABIN İÇİNDEN
Annem evi satmasında ona yardımcı olmamı istedi. Ailemin yaşadığı o uzak kasabadan sabah gelmiş Barranquilla'ya, beni nasıl bulacağı hakkında hiçbir fikri yokmuş. Eşe dosta sora sora aramaya başlamış, Mundo Kitapçısı'na ya da günde iki kez yazar dostlarımla buluşup sohbet etmeye gittiğim kahvelere bakmasını önermişler, bir de tutup uyarmışlar kadıncağızı: 'Dikkatli ol ha! Hepsi kaçık bunların!' Tam öğle vakti geldi yanıma. Kitapların sergilendiği masaların arasında tüy gibi hafif adımlarla ilerledi, önümde dikilip iyi günlerinden kalma delici gülümsemesiyle ta gözlerimin içine baktı, ben daha bir tepki gösteremeden, 'Annenim ben!' dedi.
İNCELEME
2002 yılında, yetmiş beş yaşına geldiğinde tamamladığı “Anlatmak İçin Yaşamak” adlı anı kitabında çocukluğunu, ailesini, Kolombiya’daki toplumsal ve siyasi hayatı, yoksulluğu, diktatörlük rejimlerinin halka uyguladığı baskı ve şiddeti, bütün olumsuz koşullara rağmen onu “büyük yazar”lığa götüren okuma tutkusunu, hangi romanları sevdiğini ve hangi yazarlardan nasıl etkilendiğini, her zamanki anlatma zenginliğiyle kaleme almış Marquez.
Hatırlamaya, yirmi üç yaşına gelmiş, edebiyat meraklısı, asker kaçağı, parasız pulsuz ve bohem hayatına dalmış bir genç kimliğiyle başlıyor: Bir yıl önce üniversiteyi bırakmış, geçimini yazarak temin etmek hayaline kapılmış, kendisine bin bir zorlukla para gönderen ailesine bunu nasıl açıklayacağını bilememenin sıkıntısı içindeyken buluyoruz Marquez’i. İşte tam bu anda annesi dededen miras kalan evlerini satmasına yardım etmesini isteyerek karşısına dikiliverecektir. Aracataca’daki o ev, Marquez’ler için dünyada sahiplendikleri biricik yerdir. Anne oğul 18 Şubat 1950 günü, akşamın yedisinde, eski püskü motorlu ahşap bir tekne ve ceplerine ev satılmazsa geri dönmelerine ancak yetecek otuz iki peso ile yola koyulduklarında hatıralar da canlanmıştır. “Annemle evi satmaya gittiğimiz gün çocukluğumun üzerinde bir etki bırakmış olan her şeyi hatırladım” diyecektir Marquez; “ama hangisi önceydi, hangisi sonra, hangisinin yaşamımda bir etkisi oldu, emin değilim”.
Anlatmak İçin Hatırlamak
Hatırlamak, hele ki üzerinden çok yıllar geçmiş yaşanmışlıkları hatırlamak… Kimisi net kimisi flu, bir dolu çehre, bir dolu mekan, her türden eşya ve olay geçer gözlerimizin önünden; zaman algısı parçalanır, farklı zamanlardaki anılar tek bir kareye üst üste yığılıverirler. Hangisi önce hangisi sonra ya da hangisi önemli hangisi önemsiz kestiremezsiniz. Seçme yapma şansınız yoktur, hatıralarınızı siz çağırmazsınız, birer davetsiz misafir gibi belleğin derinlerinden çıkıp gelen, kendilerini ısrarla hatırlatan onlardır. Marquez de, kuşkusuz bir elemeden geçirdikten sonra ama sanki kendisini hatıraların serbest çağrışımlarına bırakmışçasına, ardışık bir zaman sıralaması izlemeden anlatıyor hayatının ilk otuz yılını. Ne kadarı düş ne kadarı gerçek bilemiyoruz; ama bilmemiz de gerekmiyor zaten; çünkü Marquez’e göre, “insanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.”
550 sayfa tutan hatıraları, Marquez’in romanlarının özeti ve toplamı sanki; kimi zaman “Yüzyıllık Yalnızlık”ta bulabilirsiniz kendinizi, kimi zaman “Yaprak Fırtınası”nda, kimi zaman “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”ta, hatta kimi zaman “Benim Hüzünlü ******larım”da… Bu romanlardaki mekanların, olayların ve insan tiplerinin yazarın hayatının hangi safhasına denk düştüklerini keşfetmek hem çok eğlenceli, hem de bu yaşanmışlıkların bir yazarın kaleminden edebi malzemeye nasıl dönüştürüldüğünü anlamak açısından bir o kadar da önemli.
Doğduğu Aracataca’nın şiddet dolu kaotik atmosferinde çoğunluğu kadınların teşkil ettiği kalabalık bir evde, dedesi Albay Marquez’in hikayeleriyle geçirdiği yılları, San Jose’deki eğitimini, doksan yedi yaşını ve çok sayıda torununun torununu gören sevgili annesini, girişimci ruhuyla aileyi gitgide yoksullaştıran sevimli babasını, kardeşlerini, dostlarını, sevgililerini ve genelev kadınlarını hatırlarken ya da Kolombiya tarihinin önemli siyasi olaylarını canlandırırken, anlatısının her bir sayfası geleceğe ve insanlara güvenen, yaşama sevinciyle dolu o bildik Marquez üslubuyla aydınlanıyor.
Bir Yazar Yetişiyor
Romanları kadar yazarların hayatlarını da yalnızca zevk için değil, büyük ustaların kitaplarının nasıl yazıldığını öğrenmek için de doymaz bilmez bir merakla okuduğuna göre, Marquez’in edebi hayatına ilişkin bölümlere ağırlık vermenin daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Ancak hemen belirtelim, nasıl yazdığından çok neleri okuduğunu anlatmış Marquez. Yaratıcılığının sırlarını ifşa etmek gibi bir niyeti yok; o, devir aldığı kültürel mirası sergiliyor.
Harflerin adlarını değil de seslerini öğrenene kadar okumayı sökmekte güçlük çekmiş Marquez. Ama öyle bir sökmüş ki, daha o yaşta bir yakının kehanetine vesile olmuş; “Bu çocuk yazar olacak!” Az sonra adlarını sıralayacağım “sevdikleri” listesindeki kitaplar arasında ilki olan “Binbir Gece Masalları”, hiç kuşkusuz pek çoğumuzun seçimiyle çakışacaktır. Yaz tatillerinde “halk pazarının cüzamlı dükkanlarında Tarzan, dedektiflik romanları ve uzay maceralarından oluşan” kitap hasatı, Colombia Sineması’nın matinesinde diziler halinde izlediği “ilk gezegenler arası destan” olan “Mongo’nun İstilası”, pazar ekinde okuduğu Tarzan ve Buck Rogers’ın çizgi dizileri, ilkokul yıllarına ait.
San Jose Koleji’ne geldiğinde tam bir kitap kurdudur küçük Marquez. Okul kütüphanesindeki kitapları okumak için eve götürmesine izin verilince, o tarifi mümkün olmayan kütüphanenin tümünü okur. Marquez’in seyahat ve macera romanlarına, fantastik anlatılara meraklı olduğu anlaşılıyor. “Robinson Crusoe”, “Define Adası”, “Monte Cristo Kontu”, ilk okuduğunda hiç de komik bulmadığı “Don Kişot”, sonuna kadar gerilim içinde bırakan Jules Vernes’in fantezileri, yatakhanede uyumadan önce topluca dinlenen Mark Twain hikayeleri, “Nostradamus”, “Demir Maskeli Adam”, Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ”ı ilk aklına gelenler. Onlara bir nehir gemisinde Barranquilla’da bir kitapçıdan çalmaya çalışıp da beceremediği Dostoyevski’nin “Öteki”si ve adını hiç duymadığı Alain-Fournier’in “Adsız Ülke”si de eklenmiş.
Ailesinin isteğiyle Bogota’daki hukuk fakültesine kaydolunca başkaları tarafından çoktan keşfedilmiş çağdaşlarını, mesela Jorge Luis Borges, D.H. Lawrence, Aldous Huxley, Graham Greene, Chesterton, William Irish, Katherine Mansfield ve daha nicelerini Marquez de keşfedecektir. Ciddi bir edebiyat dergisinde ilk hikayelerinin yayınlanması ve dönemin saygın eleştirmeni Eduardo Zalamea’nın hakkında yazdığı yazı bu döneme rastlar; “Garcia Marquez ile yeni ve dikkate değer bir yazar doğuyor”
Maddi sıkıntılar nedeniyle Hukuk fakültesindeki eğitimini yarıda kesip Bogota’dan Barranquilla’ya gelen yirmi üç yaşındaki genç Marquez, aralarında daha otuzuna basan bulunmayan bir edebiyat ailesine katılıverir. Kısa ama çok verimli geçen Barranquilla’daki bohem hayatında arkadaşlarının büyük desteğiyle okumayı sürdürür. Marquez’e kitap hediye eden arkadaşlarının tek önerisi roman ve hikayeleri için fazla göze batacak bir şey aşırmamasıdır!... İncil’i, antik Yunan şairlerini, James Joyce’nin Ulysses’ini, Franz Kafka’nın Dönüşüm’ünü, Sarayon’ı, Virgina Woolf’u, Melville’i, Nathaniel Hawthorne’u, Aldous Huxley’i, Faulkner’i, Dos Passos’u, Steinbeck’i, Erskine Caldwell’i onlar sayesinde tanır. İlk romanını yayımlamış, ikincisini yazmaya koyulmuştur.
Marquez, Joyce, Woolf, Faulkner gibi modernist yazarlardan etkilendiğini ve yazarken onların tekniklerinden yararlandığını ifşa ediyor. Ancak en büyük izi Kafka’nın “Dönüşüm”ü bırakmış. Öyle ki, “bunlar gizemli kitaplardı” diyecektir Marquez; “olayların nasıl geliştiğini göstermeye gerek görülmüyordu: Gerçek olması için yazarın öyle yazmış olması yeterliydi, bunun yeteneğinin gücü ve sesinin otoritesinden başkaca bir ispatı da yoktu. Yazar Şehrazat’tı yeniden; ama onun her şeyin mümkün olduğu bin yıllık dünyasında değil de, her şeyin çoktan kaybolduğu ve geri getirilme olanağı olmayan bir dünyada” . Bu, yıllar sonra tam da Marquez’i tarif etmek için kullanacağımız bir yazar tipidir…
Nerdeyse bütün hayatı boyunca cebine daktilosuyla kazanmadığı tek bir kuruş girmeyen, ancak kazandığı teliflerle yaşamaya başlaması, inanılmayacak kadar az kazançlarla dört kitap yayımladıktan sonra, kırklı yaşlarının ortalarını bulan Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”ta zihninde yaptığı yolculukla sevgiyi, cinselliği, kadınlı erkekli Kolombiya toplumunu ve edebiyatla kurduğu tutkulu ilişkiyi anlatıyor; ama hiç birisini zamandan, mekandan, eşyadan, zihniyet biçimlerinden, ülkede kaydedilen değişimlerden koparmadan anlatıyor. Romanlarının nasıl bir atmosferde, hangi duygu ve düşüncelerle yazıldığını görebiliyoruz.
Yazarlığını bir geleneğe yerleştirmiş Marquez. Gelenekse kuşkusuz tarih bilinci gerektiriyor; yani geçmişin yalnızca geçmişliğinin değil, şimdi oluşunun da farkındalığını. Yalnızca kendi kuşağıyla ve kendi ülkesinin edebiyatıyla değil, tüm dünya edebiyatıyla eşzamanlı olduğu duygusuyla yazıyor Marquez. Edward Said’in de belirttiği gibi, yazarı geleneksel kılan şey, bir zamandışılık ve zamansallık duygusu olan, zamandışılıkla zamansallığı bir arada içeren, ona kendisinin zaman içindeki yerine, kendi çağdaşlığına ilişkin en keskin bilinci veren işte bu tarih duygusudur. Marquez de, hiçbir yazarın kendi anlamını yalnız başına tam olarak taşıyamayacağı bilinciyle hatırlıyor geçmişini.
A. Ömer Türkeş
YAZAR HAKKINDA
1928 yılında Kolombiya'da doğan García Márquez, büyükannesiyle büyükbabasının evinde, teyzelerinin yanında büyüdü. Boş inançlara bağlı, olağanüstü olayları doğallıkla anlatan, her söylenene inanan bu kadınların anlattıkları, García Marquez'in üslubunun biçimlenmesine yardımcı olmuştur. Roman yazmaya başlamadan önce gazetecilik yapan García Marquez, bu deneyimi sayesinde romanlarındaki büyülü gerçekçiliği, tuzağa düşmeden, ayaklarını yere sağlamca basarak işleyebilmiştir. García Marquez, romanlarının korsan basımlarının yüzbinleri bulması üzerine kitaplarının, anayurdu Kolombiya'da yayınlanmasını yasaklamıştır. 1967'de yayınlandığında edebiyat dünyasında büyük yankılar uyandıran Yüzyıllık Yalnızlık'tan sonra García Marquez çarpıcı bir anlatımla, büyülü gerçekçilikle işlediği pek çok roman yazmış, 1982'de de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer bulunmuştur. García Marquez, Latin Amerika'yı ilkel güzelliği ve el değmemişliği içinde tanıtırken, düş ile belleği, olayların akışını gösterişsiz, ama şaşırtıcı bir üslupla birbirine karıştırırken, tarihsel doğruluğa ve gerçekliğe bağlı kalmaya da özen gösteren bir yazar.
Çevirmen: Pınar Savaş
Yayınevi: Can Yayınları
Basım Tarihi: Eylül 2005
Sayfa Sayısı: 550
ARKA KAPAK
Gabriel García Márquez çapında bir yazarın anılarını yalnızca hayranları değil, tüm bir edebiyat dünyası nicedir bekliyordu. 20. yüzyıl edebiyatına damgasını vuran büyülü gerçekçiliğin büyük ustası, Yaprak Fırtınası'ndan Yüzyıllık Yalnızlık'a, Kolera Günlerinde Aşk'tan Benim Hüzünlü ******larım'a, esin kaynaklarını hep kendi yaşamında, yakın çevresindeki insanlarda aramıştı. O yüzden, yapıtlarıyla yaşamı arasında sık dokunmuş bağlar vardı. García Márquez, sonunda anılarını yazdı. Anlatmak İçin Yaşamak, tüm hayatını, anlatmak, yazmak için yaşamış bir yazarın anılarının çok ötesinde bir kitap. Ancak onun kaleminden çıkabilecek, roman tadında okunabilen bir yapıt. Anlatmak İçin Yaşamak'ta "Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır" diyen yazarın yalnızca yaşam öyküsünü değil, tüm yapıtlarının izlerini de bulacaksınız
KİTABIN İÇİNDEN
Annem evi satmasında ona yardımcı olmamı istedi. Ailemin yaşadığı o uzak kasabadan sabah gelmiş Barranquilla'ya, beni nasıl bulacağı hakkında hiçbir fikri yokmuş. Eşe dosta sora sora aramaya başlamış, Mundo Kitapçısı'na ya da günde iki kez yazar dostlarımla buluşup sohbet etmeye gittiğim kahvelere bakmasını önermişler, bir de tutup uyarmışlar kadıncağızı: 'Dikkatli ol ha! Hepsi kaçık bunların!' Tam öğle vakti geldi yanıma. Kitapların sergilendiği masaların arasında tüy gibi hafif adımlarla ilerledi, önümde dikilip iyi günlerinden kalma delici gülümsemesiyle ta gözlerimin içine baktı, ben daha bir tepki gösteremeden, 'Annenim ben!' dedi.
İNCELEME
2002 yılında, yetmiş beş yaşına geldiğinde tamamladığı “Anlatmak İçin Yaşamak” adlı anı kitabında çocukluğunu, ailesini, Kolombiya’daki toplumsal ve siyasi hayatı, yoksulluğu, diktatörlük rejimlerinin halka uyguladığı baskı ve şiddeti, bütün olumsuz koşullara rağmen onu “büyük yazar”lığa götüren okuma tutkusunu, hangi romanları sevdiğini ve hangi yazarlardan nasıl etkilendiğini, her zamanki anlatma zenginliğiyle kaleme almış Marquez.
Hatırlamaya, yirmi üç yaşına gelmiş, edebiyat meraklısı, asker kaçağı, parasız pulsuz ve bohem hayatına dalmış bir genç kimliğiyle başlıyor: Bir yıl önce üniversiteyi bırakmış, geçimini yazarak temin etmek hayaline kapılmış, kendisine bin bir zorlukla para gönderen ailesine bunu nasıl açıklayacağını bilememenin sıkıntısı içindeyken buluyoruz Marquez’i. İşte tam bu anda annesi dededen miras kalan evlerini satmasına yardım etmesini isteyerek karşısına dikiliverecektir. Aracataca’daki o ev, Marquez’ler için dünyada sahiplendikleri biricik yerdir. Anne oğul 18 Şubat 1950 günü, akşamın yedisinde, eski püskü motorlu ahşap bir tekne ve ceplerine ev satılmazsa geri dönmelerine ancak yetecek otuz iki peso ile yola koyulduklarında hatıralar da canlanmıştır. “Annemle evi satmaya gittiğimiz gün çocukluğumun üzerinde bir etki bırakmış olan her şeyi hatırladım” diyecektir Marquez; “ama hangisi önceydi, hangisi sonra, hangisinin yaşamımda bir etkisi oldu, emin değilim”.
Anlatmak İçin Hatırlamak
Hatırlamak, hele ki üzerinden çok yıllar geçmiş yaşanmışlıkları hatırlamak… Kimisi net kimisi flu, bir dolu çehre, bir dolu mekan, her türden eşya ve olay geçer gözlerimizin önünden; zaman algısı parçalanır, farklı zamanlardaki anılar tek bir kareye üst üste yığılıverirler. Hangisi önce hangisi sonra ya da hangisi önemli hangisi önemsiz kestiremezsiniz. Seçme yapma şansınız yoktur, hatıralarınızı siz çağırmazsınız, birer davetsiz misafir gibi belleğin derinlerinden çıkıp gelen, kendilerini ısrarla hatırlatan onlardır. Marquez de, kuşkusuz bir elemeden geçirdikten sonra ama sanki kendisini hatıraların serbest çağrışımlarına bırakmışçasına, ardışık bir zaman sıralaması izlemeden anlatıyor hayatının ilk otuz yılını. Ne kadarı düş ne kadarı gerçek bilemiyoruz; ama bilmemiz de gerekmiyor zaten; çünkü Marquez’e göre, “insanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.”
550 sayfa tutan hatıraları, Marquez’in romanlarının özeti ve toplamı sanki; kimi zaman “Yüzyıllık Yalnızlık”ta bulabilirsiniz kendinizi, kimi zaman “Yaprak Fırtınası”nda, kimi zaman “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”ta, hatta kimi zaman “Benim Hüzünlü ******larım”da… Bu romanlardaki mekanların, olayların ve insan tiplerinin yazarın hayatının hangi safhasına denk düştüklerini keşfetmek hem çok eğlenceli, hem de bu yaşanmışlıkların bir yazarın kaleminden edebi malzemeye nasıl dönüştürüldüğünü anlamak açısından bir o kadar da önemli.
Doğduğu Aracataca’nın şiddet dolu kaotik atmosferinde çoğunluğu kadınların teşkil ettiği kalabalık bir evde, dedesi Albay Marquez’in hikayeleriyle geçirdiği yılları, San Jose’deki eğitimini, doksan yedi yaşını ve çok sayıda torununun torununu gören sevgili annesini, girişimci ruhuyla aileyi gitgide yoksullaştıran sevimli babasını, kardeşlerini, dostlarını, sevgililerini ve genelev kadınlarını hatırlarken ya da Kolombiya tarihinin önemli siyasi olaylarını canlandırırken, anlatısının her bir sayfası geleceğe ve insanlara güvenen, yaşama sevinciyle dolu o bildik Marquez üslubuyla aydınlanıyor.
Bir Yazar Yetişiyor
Romanları kadar yazarların hayatlarını da yalnızca zevk için değil, büyük ustaların kitaplarının nasıl yazıldığını öğrenmek için de doymaz bilmez bir merakla okuduğuna göre, Marquez’in edebi hayatına ilişkin bölümlere ağırlık vermenin daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Ancak hemen belirtelim, nasıl yazdığından çok neleri okuduğunu anlatmış Marquez. Yaratıcılığının sırlarını ifşa etmek gibi bir niyeti yok; o, devir aldığı kültürel mirası sergiliyor.
Harflerin adlarını değil de seslerini öğrenene kadar okumayı sökmekte güçlük çekmiş Marquez. Ama öyle bir sökmüş ki, daha o yaşta bir yakının kehanetine vesile olmuş; “Bu çocuk yazar olacak!” Az sonra adlarını sıralayacağım “sevdikleri” listesindeki kitaplar arasında ilki olan “Binbir Gece Masalları”, hiç kuşkusuz pek çoğumuzun seçimiyle çakışacaktır. Yaz tatillerinde “halk pazarının cüzamlı dükkanlarında Tarzan, dedektiflik romanları ve uzay maceralarından oluşan” kitap hasatı, Colombia Sineması’nın matinesinde diziler halinde izlediği “ilk gezegenler arası destan” olan “Mongo’nun İstilası”, pazar ekinde okuduğu Tarzan ve Buck Rogers’ın çizgi dizileri, ilkokul yıllarına ait.
San Jose Koleji’ne geldiğinde tam bir kitap kurdudur küçük Marquez. Okul kütüphanesindeki kitapları okumak için eve götürmesine izin verilince, o tarifi mümkün olmayan kütüphanenin tümünü okur. Marquez’in seyahat ve macera romanlarına, fantastik anlatılara meraklı olduğu anlaşılıyor. “Robinson Crusoe”, “Define Adası”, “Monte Cristo Kontu”, ilk okuduğunda hiç de komik bulmadığı “Don Kişot”, sonuna kadar gerilim içinde bırakan Jules Vernes’in fantezileri, yatakhanede uyumadan önce topluca dinlenen Mark Twain hikayeleri, “Nostradamus”, “Demir Maskeli Adam”, Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ”ı ilk aklına gelenler. Onlara bir nehir gemisinde Barranquilla’da bir kitapçıdan çalmaya çalışıp da beceremediği Dostoyevski’nin “Öteki”si ve adını hiç duymadığı Alain-Fournier’in “Adsız Ülke”si de eklenmiş.
Ailesinin isteğiyle Bogota’daki hukuk fakültesine kaydolunca başkaları tarafından çoktan keşfedilmiş çağdaşlarını, mesela Jorge Luis Borges, D.H. Lawrence, Aldous Huxley, Graham Greene, Chesterton, William Irish, Katherine Mansfield ve daha nicelerini Marquez de keşfedecektir. Ciddi bir edebiyat dergisinde ilk hikayelerinin yayınlanması ve dönemin saygın eleştirmeni Eduardo Zalamea’nın hakkında yazdığı yazı bu döneme rastlar; “Garcia Marquez ile yeni ve dikkate değer bir yazar doğuyor”
Maddi sıkıntılar nedeniyle Hukuk fakültesindeki eğitimini yarıda kesip Bogota’dan Barranquilla’ya gelen yirmi üç yaşındaki genç Marquez, aralarında daha otuzuna basan bulunmayan bir edebiyat ailesine katılıverir. Kısa ama çok verimli geçen Barranquilla’daki bohem hayatında arkadaşlarının büyük desteğiyle okumayı sürdürür. Marquez’e kitap hediye eden arkadaşlarının tek önerisi roman ve hikayeleri için fazla göze batacak bir şey aşırmamasıdır!... İncil’i, antik Yunan şairlerini, James Joyce’nin Ulysses’ini, Franz Kafka’nın Dönüşüm’ünü, Sarayon’ı, Virgina Woolf’u, Melville’i, Nathaniel Hawthorne’u, Aldous Huxley’i, Faulkner’i, Dos Passos’u, Steinbeck’i, Erskine Caldwell’i onlar sayesinde tanır. İlk romanını yayımlamış, ikincisini yazmaya koyulmuştur.
Marquez, Joyce, Woolf, Faulkner gibi modernist yazarlardan etkilendiğini ve yazarken onların tekniklerinden yararlandığını ifşa ediyor. Ancak en büyük izi Kafka’nın “Dönüşüm”ü bırakmış. Öyle ki, “bunlar gizemli kitaplardı” diyecektir Marquez; “olayların nasıl geliştiğini göstermeye gerek görülmüyordu: Gerçek olması için yazarın öyle yazmış olması yeterliydi, bunun yeteneğinin gücü ve sesinin otoritesinden başkaca bir ispatı da yoktu. Yazar Şehrazat’tı yeniden; ama onun her şeyin mümkün olduğu bin yıllık dünyasında değil de, her şeyin çoktan kaybolduğu ve geri getirilme olanağı olmayan bir dünyada” . Bu, yıllar sonra tam da Marquez’i tarif etmek için kullanacağımız bir yazar tipidir…
Nerdeyse bütün hayatı boyunca cebine daktilosuyla kazanmadığı tek bir kuruş girmeyen, ancak kazandığı teliflerle yaşamaya başlaması, inanılmayacak kadar az kazançlarla dört kitap yayımladıktan sonra, kırklı yaşlarının ortalarını bulan Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”ta zihninde yaptığı yolculukla sevgiyi, cinselliği, kadınlı erkekli Kolombiya toplumunu ve edebiyatla kurduğu tutkulu ilişkiyi anlatıyor; ama hiç birisini zamandan, mekandan, eşyadan, zihniyet biçimlerinden, ülkede kaydedilen değişimlerden koparmadan anlatıyor. Romanlarının nasıl bir atmosferde, hangi duygu ve düşüncelerle yazıldığını görebiliyoruz.
Yazarlığını bir geleneğe yerleştirmiş Marquez. Gelenekse kuşkusuz tarih bilinci gerektiriyor; yani geçmişin yalnızca geçmişliğinin değil, şimdi oluşunun da farkındalığını. Yalnızca kendi kuşağıyla ve kendi ülkesinin edebiyatıyla değil, tüm dünya edebiyatıyla eşzamanlı olduğu duygusuyla yazıyor Marquez. Edward Said’in de belirttiği gibi, yazarı geleneksel kılan şey, bir zamandışılık ve zamansallık duygusu olan, zamandışılıkla zamansallığı bir arada içeren, ona kendisinin zaman içindeki yerine, kendi çağdaşlığına ilişkin en keskin bilinci veren işte bu tarih duygusudur. Marquez de, hiçbir yazarın kendi anlamını yalnız başına tam olarak taşıyamayacağı bilinciyle hatırlıyor geçmişini.
A. Ömer Türkeş
YAZAR HAKKINDA
1928 yılında Kolombiya'da doğan García Márquez, büyükannesiyle büyükbabasının evinde, teyzelerinin yanında büyüdü. Boş inançlara bağlı, olağanüstü olayları doğallıkla anlatan, her söylenene inanan bu kadınların anlattıkları, García Marquez'in üslubunun biçimlenmesine yardımcı olmuştur. Roman yazmaya başlamadan önce gazetecilik yapan García Marquez, bu deneyimi sayesinde romanlarındaki büyülü gerçekçiliği, tuzağa düşmeden, ayaklarını yere sağlamca basarak işleyebilmiştir. García Marquez, romanlarının korsan basımlarının yüzbinleri bulması üzerine kitaplarının, anayurdu Kolombiya'da yayınlanmasını yasaklamıştır. 1967'de yayınlandığında edebiyat dünyasında büyük yankılar uyandıran Yüzyıllık Yalnızlık'tan sonra García Marquez çarpıcı bir anlatımla, büyülü gerçekçilikle işlediği pek çok roman yazmış, 1982'de de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer bulunmuştur. García Marquez, Latin Amerika'yı ilkel güzelliği ve el değmemişliği içinde tanıtırken, düş ile belleği, olayların akışını gösterişsiz, ama şaşırtıcı bir üslupla birbirine karıştırırken, tarihsel doğruluğa ve gerçekliğe bağlı kalmaya da özen gösteren bir yazar.