sEmih
Kayıtlı Üye
Aleviler, Kuranın Tanrı tarafından gönderilen son kutsal kitap olduğuna inanırlar. Aynı şekilde Kurandan önce gönderilen diğer kutsal kitaplara (Zebur, Tevrat, İncil) da inanırlar. Ancak bu kutsal kitaplardan ve özellikle de Kurandan ne anlaşılması gerektiği konusunda gerek Sünnilerden gerekse Şiilerden farklı düşünürler. Bu farklılığın en güzel ifadelerinden biri Seyyid Ali Sultanın şu dizelerindedir:
Biz bir ayet okuruz, hiç Kurana benzemez
Bu bizim imanımız kör imana benzemez.
. (1)
Osmanlı şeyhülislam ve müftülerinin bir kısmının Alevi / Bektaşiler hakkında söyledikleri; Kuranı istihfaf ederler / hafife alırlar şeklindeki iddia tamamen iftiradan ibarettir. Aslında bu iddiaların temelinde yatan gerçek şeyhülislam ve müftülerin kendi zahiri anlayışlarını Alevi / Bektaşilere dayatma ve böylece onları da Sünnileştirme veyahut bu olmazsa onları katletme arzularıdır.
Aleviler, Sünniler veya Şiiler gibi Kuranın zahiri anlamlarına takılıp kalmazlar. Ondaki özü temel alırlar. Kuranın batıni / içsel anlamlarına ulaşıp her çağda yeniden yorumlanması ve zamanın koşullarına göre yeni baştan değerlendirilmesi gerektiğine inanırlar. Çünkü bilirler ki, Kurandaki ayetlerin pekçoğu Batıni manalar içerir. Yine bilirler ki, Kuranın pek çok ayeti zamana ve mekana kayıtlıdır. Dahası sadece indiği dönemdeki insanları ilgilendiren, sadece Araplara özgü olan; dolayısıyla tüm çağlara ve tüm coğrafyalara şamil olması mümkün olmayan ayetlerin toplamı Kuranın büyük bölümünü oluşturur.
Bu hususları ayrıntılandırmadan önce İslam tarihi boyunca sürekli gündemde bulunan bir konuya değinmek yerinde olacaktır.
Kuranın Korunmuşluğuna Dai
Hicr Suresinin 9. ayetinde şöyle denilmektedir:
Kuranı ( zikri ) kesinlikle biz indirdik; elbette yine onu biz koruyacağız.
Bu ayete dayanarak Müslümanlar, Kuranın Tanrı tarafından korunduğuna dolayısıyla onu değiştirmeye / tahrif etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğine inanmaktadırlar. Ancak Kuranın değiştirilme ve tahrif edilme tehlikesinin bulunmadığı, çünkü Allahın onu koruduğu yönündeki inanca rağmen ilk Müslümanların Kuranı koruma altına almak için harekete geçtiklerini ve böylece Kuranın bir komisyon tarafından önce toplanıp mushaf haline getirildiğini, Halife Osman döneminde de kitaplaştırılıp çoğaltıldığını bilmekteyiz. Burada kuramsal olarak iki soru gündeme gelmektedir.
Birincisi; madem Kuranı Tanrı korumaktadır, niçin insanlar onun tahrif edilebileceği, unutulabileceği kaygısıyla onu mushaflaştırmış ve sonra da kitaplaştırmışlardır ? Tanrının vaadine rağmen niçin böyle davranmışlardır ? Tanrıya güvenmemiş olacak değildirler ya
İkincisi; Kuranın lafzının değişmemiş olmasının pratikte ne yararı vardır ? Ortada tek bir Kuran olmasına karşın birbirine çok uzak görüşlere sahip Müslümanların mevcudiyeti; onlarca mezhep, tarikat, cemaat, meşrep vb.lerinin varlığı hiç değişmemiş Kurana rağmen nasıl açıklanabilir ? Hemen hemen okuyan herkesin farklı şeyler anladığı, farklı görüşler edindiği ve hatta biribirine zıt hükümler çıkardığı Kuranın lafzen değişmemiş olmasının kılgısal / pratik değeri nedir ? Aynı kitaba bakıp birbirlerini kafirlikle itham edecek kadar farklı şeyler anlayan insanlar için Kuranın hiç değişmemiş / tahrif edilmemiş olmasının ne anlamı vardır?
Bu sorular başta Müslüman araştırmacılar olmak üzere konu ile ilgilenen tüm bilim adamları tarafından olumlu veya olumsuz, daha doğrusu İslam teolojisinin lehinde veya aleyhinde yanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu konudaki tartışmaların sürgit devam edeceği muhakkaktır. Ancak bizce birinci soruya / sorular öbeğine verilecek yanıt şu olmalıdır:
Tanrı nın Kuranı koruma vaadi, müslümanların onu korumaları yoluyla gerçekleşmiştir. Müslümanlar bir anlamda Tanrının vaadinin gerçekleşmesinde vesile rolü oynamışlardır. Tanrının vaadine güvenmemek bir tarafa onun vaadinin gerçekleşmesini sağlamışlardır.
Yine bizce ikinci soruya, ya da sorular öbeğine verilebilecek yanıt da şu olabilir:
Kurandan herkesin farklı şeyler anlaması, bu farklılıklar aşırı düzeyde dahi olsa, Tanrının insanları ve insanlığı tekdüzeleştirmemek, farklı yorumların oluşumuna imkan sağlamak için Kuranı deyim yerindeyse bilinçli olarak/isteyerek elastiki/Batıni anlamları mündemiç kılmasından dolayıdır. Bu, Tanrının insanlara rahmetidir. Yani Tanrı, bizzat kendisi insanların/müslümanların farklı fikirlere / farklı din anlayışlarına sahip olmalarını murad etmektedir.
Tüm bu tartışmalara karşın Alevi / Bektaşiler; Kur anı, Allahın Hz. Muhammede gönderdiği son ilahi kitap olarak kabul ederler. Bu konuda Sünni ve Şii Müslümanlarla aralarında bir fark yoktur. Kuranın değiştirildiği yolunda kimi iddiaları dillendiren marjinal kişiler bulunsa da Alevi / Bektaşiler; Kuranın Tanrı tarafından korunduğu belirtilen ayetini temel alarak onun değiştirilmediğine ve değiştirilemeyeceğine inanmaktadırlar.
Kuranın değiştirildiği yönündeki iddiaların hiçbir ciddi ve bilimsel dayanağı yoktur. Kaldı ki Kuran değiştirilmek istenseydi bile Hazreti İmam Alinin buna karşı çıkması ve bu karşı çıkışın tarihi işaretlerinin bulunması gerekirdi. Bu bağlamda yani Hazreti İmam Alinin karşı çıkması anlamında bir olayın kaydedilmediği ve üstelik Halife Ebubekir tarafından bir araya toplanıp Halife Osman tarafından kitaplaştırılarak çoğaltılan Kurana Hazreti Alinin bir itirazının vaki olmadığı bilinmektedir. Ancak yine de Kuranın değiştirildiği, Kurandan özellikle Hazreti Alinin imameti ile ilgili ayetlerin çıkarıldığı tarzında iddialar bulunmaktadır. Bu iddiaların, tarihin hiçbir döneminde ciddi sayıda taraftarı olmamıştır.
(Ancak yine de kafaları karıştıran bazı hususlar vardır. Sözgelimi; Kuranın derlenmesi sırasında bir komisyon kurulup, bu komisyona getirilen ve ayet olduğu iddia edilen sözlerin gerçekten ayet olup olmadığının saptanması için bir çabanın mevcudiyeti söz konusudur. Böylesi bir çabanın mevcudiyeti bile aslında şöyle bir kuşkuyu doğurmuyor mu:
Demek ki, o dönemde pekçok insanın ezberinde bulunan veya bir kısım kimseler tarafından çeşitli levhalara yazılarak korunan söz lerin hangilerinin tanrısal vahiy ürünü olduğu yani ayet olup olmadığı tam bir kesinliğe sahip değildir. Şayet gerçekten böyle bir kesinlik söz konusu olsaydı, o vakit bir komisyona gereksinim duyulmazdı. Yapılacak iş, sadece ayetlerin bir araya toplanmasından ibaret olurdu. Halbuki ayet olduğu iddia olunarak komisyona getirilen sözlerin ayet kabul edilebilmesi için temel bir kriter belirlendiğini ve bu kritere uymayanların ayet kabul edilmeyip bunların mushafa konulmadığını bilmekteyiz. Ayrıca hemen belirtelim ki, bir sözün ayet olup olmadığını saptamak için kararlaştırılan ölçüt / kriter / kıstas, o sözün iki şahit / tanık tarafından getirilmesidir. Şu an eldeki mevcut Kuranın tüm ayetlerinin bu kıstasa göre derlendiğini ancak Tövbe Suresinin son iki ayetinin istisna edilerek tek tanıkla Kurana alındığını biliyoruz. Belki de gerçekten ayet olduğu halde iki tanık bulunamadığı için ayet kabul edilmeyip Kurana alınmayan ya da aslında ayet olmadığı halde birtakım kaygılarla (siyasal vb.) ayet addedilerek mushafta yer bulan sözler de vardır. Bu teorik yaklaşımımızı destekleyen kimi rivayetler sözkonusu ise de bunların isbatı mümkün olmadığı için diyoruz ki, Kuranın değiştirildiği / tahrif edildiği yönündeki iddiaların ciddi bir tarihsel / olgusal ve bilimsel dayanağı yoktur. Lakin yine de mantığımız bizi yukarıda sıraladığımız soruları sormaya sevkediyor. Sanıyorum burada sorulması gereken ve fakat akli anlamda bir yanıtı bulunmayan (Gaybi bir yanıt olsa gerek ki bu da ancak fideistçe La yalemu İllallah / Yalnız Allah bilir. demekten ibarettir.) bir diğer soru da şudur:
Yüce Tanrı, Kurandan evvel gönderdiği kutsal kitaplar için bir koruma vaadinde bulunmamışken niçin Kuran için böyle bir vaatte bulunmaktadır ? )
Bununla birlikte yukarıda da söylediğimiz gibi Alevi / Bektaşilerin Kur ana yaklaşımları son derece farklıdır. Alevi / Bektaşiler; Kuranın yüzeysel anl******* ziyade içsel anlamının önemli olduğunu savunurlar. Kuranın pek çok ayetinin Sünni ve Şiilerce yanlış anlaşılmakta olduğuna inanırlar. Onların, sadece yüzeysel / zahiri / dışsal anlamlarla yetindiklerini, içsel/batıni anlamlara ulaşamadıklarını ileri sürerler. Nitekim Kur anın yüzeysel / zahiri anlamlarının yanında içsel / batıni anlamlarının da olduğunu bizzat Kuranın kendisi söylemektedir.
(Sünni ve Şii Müslümanlar, Kuranın her hükmünün ve her ayetinin her çağda ve her coğrafyada geçerli olduğunu yani Kuranın tümüyle evrensel ve zaman üstü olduğunu ileri sürerler. Ancak yine de Kurandaki pek çok hükmü uygulamazlar. Uygulamadıkları hükümlerin aslında uygulanamaz hükümler olduğunu görmek istemezler. Üstelik bu gerçeği asırlardır söyleyen Alevi/Bektaşi/Batıni kitlelere karşı da geçmişte olduğu gibi bugün de mütecaviz bir tutum sergilerler.)
Tekraren ifade edelim ki, Alevi/Bektaşiler; Kurandaki pek çok ayetin yerel anlamlı ve kimi ayetlerin de zamana kayıtlı olduğunu/hükümlerinin geçersiz hale geldiğini savunurlar. Şimdi bu savları teker teker ele alalım.
Kuranın Batıni Anlamları Vardı
Kuranın batıni / içsel anlamlarının olduğu savı Kuran kaynaklıdır. Nitekim Ali İmran Suresinde şöyle denilmektedir:
Onun ayetlerinin bir bölümü muhkem (anlamı açık) dir. Onlar kitabın anasıdır. Öbür ayetlerse müteşabih (içsel anlamı olan) tir Onun yorumunu ise ancak Tanrı ve bilimde derinleşenler bilir ( 2)
Ayrıca yine Zümer Suresinde şöyle denilmektedir:
Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer iç içe anlamlar içeren ( mesani ) / batıni anlamları olan bir kitap halinde indirmiştir ( 3 )
Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevi / Bektaşilerin savlarının dayanağıdır. Aleviler, Kuranın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta Hz. Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedildiğini / keşfedilebileceğini savunurlar. Nitekim Hz. Muhammed, Hz. Aliyi ilim şehrinin kapısı olarak nitelemiş ve ona Kuranı anlamak noktasında en yüksek payeyi vermiştir. Onu kendi yerine vasi tayin etmesi de bu nedenledir. Kuşkusuz Kuranı, Hz. Muhammedin yerine vasi tayin ettiği bir kişiden daha iyi hiç kimse yorumlayamaz. Bu nedenledir ki, Hz. Ali, ene Kuranu natık yani Ben konuşan Kuranım. Demiştir. Hz. Ali bu sözü Sıffın Savaşı sırasında askerlerinin mızraklarının uçlarına Kuran sayfaları taktıran Muaviyenin hilesine kanıp savaşmaktan vazgeçen ve Biz Kurana saldıramayız diyen kendi askerlerini ikna için söylemiştir. Fakat bir kısım askerler, Hz. Alinin bu sözüne rağmen savaşmaktan vazgeçip Muaviyenin savaşı kazanmasına neden olmuşlardır. Bu olay Kuranın siyasete alet edilmesinin ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Hz. Ali de bu tavrıyla dinin ve kutsal değerlerin siyasete alet edilmesine ilk karşı çıkanlardan olarak tarihçe kaydedilmiştir. Alevi / Bektaşi inancına göre Hz. Ali, Kuranın ta kendisidir. Bugün Kurandan anlaşılan yazılı bir belgedir. Ancak Hz. Ali o yazılı belgenin konuşan, cisimleşmiş ve muşahhas halidir. Alevi / Bektaşilerin Hz. Aliyi gerçek Kuran / mücessem ve müşahhas Kuran olarak gördüklerinin en edebi ifadelerinden biri Virani Babaya aittir: (4)
Ali İncil, Ali Tevrat,
Ali Zebur, Ali Kuran,
Ali Fazlur Rahman,
Alidir sümme vechul-lah.
Hz. Alinin bu üstün niteliğinin bir yansıması olarak Alevi / Bektaşiler, onu övmek, yüceltmek konusunda görkemli ve edebi anlamda olağanüstü sözler söylemişlerdir. Onun, Kuranın batıni yorumuna olan hakimiyetini ve böylece dinin gerçek boyutunu keşfetmesini anlatan, edebi olarak bu gerçeklere dikkat çeken görkem yüklü şiirlerden biri de Şahkulu Sultan Dergahı post sahibi Hilmi Dedebabaya aittir: (5)
Ali evvel, Ali ahir,
Ali tayyib, Ali tahir,
Ali batın, Ali zahir,
Ali göründü gözüme.
Ali candır, Ali canan,
Ali rahim, Ali rahman,
Ali dindir, Ali iman,
Ali göründü gözüme.
Kuranın batıni anlamlarının olduğunun kanıtlarından biri de bazı surelerin başlarında yer alan harflerdir. Elif, Lam, Mim; Elif,Lam, Ra; Ha, Mim; Ta, Ha. vb. kimi harflerin ne anlama geldiği hususunda Kuran yorumcularının bir sürü savı bulunmakta ve bunların hiçbiri birbiriyle uyuşmamaktadır.
Kuranın içsel anlamları olduğunu yani müteşabih olduğunu kabul eden ve bu yönde çok ciddi ve bilimsel araştırmalar yapan çağdaş / yaşayan Sünni din bilginleri de bulunmaktadır. Özellikle Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk ve Hasan Elik bu konuda öne çıkmaktadır. Hatta Yaşar Nuriye göre Kuranın yüzde doksanı müteşabih, başka bir ifadeyle içsel anlamlıdır. (6) Bugün modernist tabir edilen kimi Sünni din bilginleri tarafından yeni yeni ortaya atılan görüşleri Alevi / Bektaşi önderleri yüzyıllardır dile getirmektedir. Kuranın zahiri / dışsal anlam ve yorumlarının günümüz dünyasına yanıt veremediği artık apaçık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Zahiri / dışsal anlam ve yorumların sadece bu çağda değil geçmiş dönemlerde de toplumsal yaşam bağlamında pek çok sorunlara yol açtığı tarihsel olarak sabittir. Yüzyıllar sonra da olsa Sünni ve Şii din bilginleri Alevi / Bektaşi yaklaşımının doğruluğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk vb. din bilginlerinin çabaları ( Bu bilginlerin çalışmaları genelde Kuranın hukuksal ve sosyal alanlarla ilgili ayetleriyle sınırlı kalsa da son derece önemli bir gelişmedir. Bilindiği gibi Alevi / Bektaşiler, sadece hukuksal ve sosyal anlamda değil ibadetler ve akaid ile ilgili ayetlere de batıni / içsel yorumlar geliştirmişlerdir.) Alevi / Bektaşileri haklı çıkarmaktadır. Gerçi Alevi / Bektaşiler Sünni din bilginlerinden kendilerinin haklı olduğunu kabul etmelerini beklememekte ve buna gereksinim duymamaktadırlar. Onlar zaten tarihsel ve bilimsel olarak haklı olduklarını bilmektedirler. Bu biliş sadece bilme düzeyinde değil, bir iman mertebesindedir.
Alevi / Bektaşiler; Kuranın batıni / içsel anlamlarına uymayı ilke edinmişler, zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışlardır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişlerdir ve hala da ödemeye devam etmektedirler. Hallacı Mansurun asılarak idamı, Seyyid Nesiminin derisinin yüzülmesi gibi olaylar milyonlarca elim olaydan sadece ikisini teşkil etmektedir.
Kuranın Tarihsel Ayetleri Vardır
Kuranın pek çok ayeti tarihseldir. İndiği dönemle ilgili ve günümüze dair hiçbir işlevselliği bulunmayan ayetlerin toplamı Kuranın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir. Hz. Muhammed ve ashabının yaşadığı ve bir daha benzerlerinin dahi yaşanmasına olanak bulunmayan bir sürü tarihsel olay Kuran da uzun uzadıya anlatılmaktadır. Kuranın yorumlanması ve açıklanması çalışmalarında tarihsellikten kastedilen hükümlerinin geçersiz hale gelmesi durumudur. Böylesi ayetlerin varlığı modernist yorumcular tarafından kabul edilmekle birlikte geleneksel Sünni din bilginlerinin tümü bunu reddetmekte ve Kuranda bulunan bütün ayetlerin geçerliliğini sürdürdüğü, kıyamete değin de sürdüreceği inancını savunmaktadır.
Oysa Kuranın kendisi zamanla kimi hükümlerinin geçersiz hale gelebileceğini öngörmektedir. Nitekim Bakara Suresinde şöyle denilmektedir:
Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye güç yetirendir. (7)
Biz bir ayetin hükmünü başka bir ayetle değiştirdiğimiz zaman ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir sen ancak bir iftiracısın dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler. (8)
Kuramsal olarak Kuran, kendi ayetlerinin bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek ( ki bu duruma Tefsir literatüründe nesh denmektedir. ) tarihselliği kabul etmektedir. Günümüzde kimi modernist Sünni din bilginleri artık bunu kabul edip bu bağlamda yeni yorumlar geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu cümleden olarak söyleyelim ki; Kurandaki hukuksal ve sosyal anlam ve hüküm içeren pek çok ayetin hükmü kalkmıştır. Özellikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.
Alevi / Bektaşiler bu gerçeği yüzyıllardır söylemektedir. Onlar, Kuranın bir öğüt kitabı olduğunu kabul etmişler ve onu bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kuranın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayetlerin, indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır. İşte seyyid Nesiminin sözleri:
( )
Din-ü iman- ü namaz- ü hacc-ü erkan ı zekat
Bahs ü davi ŞERİAT kamu güftar nedir ?
İlm ü KURAN u hadis ü vaz ile ders
Cümle bir mani imiş bunca bu tekrar nedir ?
İlm i tevhid okuyan medrese ilmin okumaz
Gör ki bu ravzada ol sırrı ile esrar nedir ?
( )
Sözlerim cümle hakikattır sözüm anlayana
Özünü bilmeyene cümle bu güftar nedir ?
Bu başlığı sadece iki örnek vererek kapatalım. Kuranda kadınların tanıklığı o dönem Arap toplumunun koşulları gereği erkeklerin tanıklığının yarısı kabul edilmektedir. Oysa Kuran dan evvel kadınların hiçbir biçimde tanıklıkları kabul edilmiyordu.
Ey inananlar, belirlenmiş bir süre için borçlandığınız vakit onu yazın Erkeklerinizden de iki tanık bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz tanıklardan bir erkek ile biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki kadın olsun (9
Çağımızda hiçbir entelektüel Müslüman kadın Kur'anda yazıyor diye kendi tanıklığının yarım kabul edilmesine razı olamaz. Görüldüğü gibi bu ayette o dönemin toplumsal koşullarına göre hüküm verilmiştir. Kadın o dönemde Arap toplumunda, sosyal yaşamda erkeğe oranla asla kıyas edilemeyecek derecede geri planda, hatta hiç yok hükmünde idi. Böyle olunca da sosyal olaylarda -ki burada ticari bir durum söz konusudur- tanıklığı erkek kadar muteber olamıyordu. Ne var ki sonraki dönem din bilginleri bu ayetten yola çıkarak kadınları her türlü hukuksal olayda yarım tanık kabul etmeyi kurallaştırmışlardır. Ancak zaman denilen olgu bu sakat anlayışı geçersiz hale getirmiştir. Gerçi hala günümüzde bile kimi şeriatçı çevreler bu hükmü savunmaktadır ama bu yaklaşımın gerçek yaşamda hiçbir uygulanabilirliği kalmamıştır. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerine ilişkin durum da aynıdır. Kuranın bu konudaki hükmü de artık geçersizdir. Hiçbir Müslüman kadın bir erkeğin ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olmayı sindiremez. Bunu hiçbir çağdaş kadına İslamın hükmü diye kabul ettiremezsiniz.
Kurandaki bir diğer çarpıcı örnek de kadının boşanma sonrası beklemesi gereken süre ile ilgilidir.
Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç ay hali beklerler. Eğer onlar gerçekten Allaha ve ahiret gününe inanmışlarsa, rahimlerinde Allahın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz (10)
Görüldüğü üzere Kuran indiği dönemin koşulları gereği kadınların boşanma sonrası üç adet dönemi (üç ay) beklemeleri ve hamile olup olmadıklarını net bir biçimde anlamalarını, hamile iseler çocuğun babasının kesin bir şekilde açığa çıkmasını sağlamaları yani gizlememelerini söylemektedir. Yeni bir evlilikten önce bu, koşuldur. Eğer bu koşula uyulmazsa çocuğun nesebinin tesbiti olanaksızlaşacaktır. Ancak bilindiği üzere bu durum tamamen o dönemin şartlarını yansıtmaktadır. Bugün teknoloji son derece ilerlemiş ve bir kadının hamile olup olmadığını anlamak için üç ay beklemeye gerek kalmamıştır. Dolayısıyla Kuranın bu hükmü ve hükme temel teşkil eden bu ayeti zaman tarafından nesh edilmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler Kuranın kimi ayetlerini bu şekilde geçersiz kılmaktadır. Ancak yüce Allahın vahyi sadece Kurandan ibaret değildir. Yani Kuranla son bulmuş değildir. Bunu bizzat Kuranın kendisi ilan etmektedir:
De ki; Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez. (11)
Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allahın sözleri bitmez. Kuşku yok ki, Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir. (12
Demek ki Yüce Allahın vahyi yani sözleri Kuranla bitmemiştir. Kuran vahyin sonu değildir. Allahın vahyi sonsuzdur ve süreklidir. Anlaşıldığı üzere vahiy devam etmektedir. Peki bu vahyin içeriği nedir? Artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre - ki Kuran böyle söylemektedir devam etmekte olan vahiy, peygamberi / nebevi bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Bizce bu, Tanrının insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan akılla alınan bir vahiydir. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla, Allahın dilediği kadar ve dilediği sürede yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrının en büyük kutsal kitabı olan evreni / evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edimi Allahın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, Tanrısal vahyin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve bilgi açığa çıkmaktadır. Bilim ve bilgi ise ayette işaret edilen Allahın tükenmeyen sözleri dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime uymak, Allahın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir. Bu noktada Kuranın , Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (13) şeklindeki ayeti hatırlanmalıdır. Yine Alevi / Bektaşilerin serçeşmesi Hünkar Hacı Bektaş Velinin; Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. buyruğu unutulmamalıdır.
Kuranın Yerel / Mekana Kayıtlı Ayetleri Vardır
Kuran, yüce Allahın insanlara öğüt olmak üzere gönderdiği son tanrısal bildirgedir. İçeriği itibariyle bütün kutsal bildirgeler gibi evrenseldir. Ahlak ve inanç esasları bütün insanlığı ilgilendiren özelliktedir. Kimi hukuki ilkeler de evrenseldir. Suçun şahsiliği ve suçla orantılı ceza verme ilkesi gibi. Ancak kabul etmek gerekir ki, Kuranda mekana kayıtlı yani yerel ayetler de vardır. Kuranın tümünün evrensel olduğunu iddia etmek her türlü ciddiyetten uzaktır. Kuranda çağlar üstü gerçeklere işaret eden ayetler bulunduğu gibi sadece Arapları, hatta indiği dönemdeki Arapları ilgilendiren ve diğer topluluklar için hiçbir kuramsal ve kılgısal ( pratik ) anlamı olmayan ayetler de vardır.
Bu düşüncemizin kaynağı da Kurandır. Nitekim Kuranda yüce Allah şöyle seslenmektedir
Kentlerin anası ( Mekke ) ve onun çevresinde bulunanları / yaşayanları uyarman ve asla kuşku olmayan toplanma günüyle onları korkutman için sana böyle Arapça bir Kuran vahyettik / açımladık. (14
Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır
Bu, kentlerin anası ( Mekke ) ve çevresinde bulunanları / yaşayanları uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı kutlu bir kitaptır (15
Açıkça görülmektedir ki, Kuranın asli ve birincil muhatabı Mekke ve çevresinde bulunanlardır. Mekke ve çevresinde bulunanlardan kastedilen ise doğrudan doğruya Araplardır. Bu savı destekleyen önemli işaretlerden biri de Kuranın dilinin Arapça olmasıdır. Kuranın Arapça bir kitap olarak indirilmesinin nedeni açıklanırken asli ve birincil muhataplarının Araplar olduğu meydana çıkmaktadır. İşte Kuranın diliyle ilgili açıklamanın bulunduğu bir ayet
Eğer biz onu yabancı dilde bir kuran yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: Ayetleri ayrıntılandırılmalı değil miydi? Arapa yabancı dilde kitap olur mu ?... (16
Kuranın dilinin Arapça olmasının nedeni daha pek çok ayette anlatılmaktadır. Ancak verdiğimiz örnekler göstermektedir ki, Kuranın dilinin Arapça olması boşuna değildir. İlk, asli ve birincil muhatap olan Arapların dilinin Kuranın dili olması gerçeği bizi şu noktaya ***ürmektedir
Gayet doğal olarak Kuranda sadece asli ve birincil muhatapları ilgilendiren ve onlardan başkası için hiçbir kuramsal ve kılgısal anlamı bulunmayan ayetler vardır. Bu durum, onun evrensel bir kitap olması özelliği ile asla çelişmemektedir. Çünkü evrensel olan onun mesajıdır, ruhudur, özüdür, ortaya koyduğu genel hükümlerdir. Her bir ayeti, her bir hükmü evrensel olamaz. Bu, toplumsal açıdan olanaksızdır. Kuran, ilk muhatapları olan Arapların yaş******* somut olayları örnek alarak kimi sosyal düzenlemeler ortaya koymuştur. Bu sosyal olayların birebir karşılığının bütün dünya toplumlarında mevcut olması olanaksızdır. Kuranın tüm ayetlerinde Arap kültürünün, Arap anlayışının derin izleri bulunmaktadır ki, bu durum yadırganacak bir şey olmayıp son derece doğal bir özelliktir. Arapların günlük yaşamlarında cereyan eden olaylar temelinde ihdas edilen sosyal ve dinsel kurallar bütün insanlık için birebir geçerli ve her coğrafyada tatbiki zorunlu ilkeler olamaz. Nitekim tarihsel olarak da görmekteyiz ki, İslamı kabul eden pek çok gayri Arap topluluk, kimi İslami kuralları kendi toplumsal yapılarına uyarlamaya çalışmışlardır. Bunun en büyük ve en çarpıcı örneği ise İslamın Türk kültürü ile yoğrulmasından doğan Alevi / Bektaşi yoludur
Kuranda sadece Arapları ilgilendiren ayetlerden çok çarpıcı ve hiçbir tevile olanak bırakmayacak kadar net birkaç ayetle bu konuyu sonlandıralım
İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Kuşkusuz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğe kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Bulamayan kimse / buna gücü yetmeyen kimse eşiyle temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış yoksulu doyurur. Bu, Allah ve elçisine inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allahın hükümlerdir. İnanmayanlar için acı bir azap vardır. (17
Öncelikle bu ayetlerin iniş nedenini açıklayalım. Araplarda, başka bir toplulukta bulunmayan bir gelenek vardı: Zıhar geleneği. Bu geleneğe göre bir adam karısına sen bana anamın sırtı gibisin deyince kadın o erkeğe haram sayılır ve ebediyen kocası tarafından terk edilmiş olurdu. Hazreti Muhammedin arkadaşlarından Evs bin Sabit de karısına kızıp bu sözü söylemişti. Karısı Havle, Hazreti Muhammed e gidip genç yaşında kocasına hizmetler ettiğini, çocukları olduğunu, şimdi bu ihtiyarlık zamanında kocasının bu sözü söyleyerek kendisini perişan ettiğini anlattı ve Hazreti Muhammedden tekrar kocasına dönmesi için hüküm istedi. Hazreti Muhammed ise sen ona haramsın. Dedi. Kadın, küçük çocuklarına üzüldüğünü söylüyor ve kendi lehinde bir hüküm vermesini Tanrı elçisinden tekrar tekrar istiyordu. Sonunda Hazreti Muhammedde vahiy hali belirdi ve bu ayetler indi. Böylece Tanrı, Araplara özgü eski bir geleneğin yanlış bir kanıdan ibaret olduğunu, bu tür sözlerle kadının kocasının anası olamayacağını bildirdi.
Görüldüğü gibi zıhar geleneği Araplara özgüdür. Dolayısıyla Kuranın bu ayetleri de Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman halklar için bu ayetlerin kuramsal ve kılgısal olarak hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Türklerde ve diğer Müslüman halklarda böylesi bir gelenek yoktur. Kuranda daha pek çok konuda böylesi ayetler vardır. Kız çocuklarının utanç nedeni sayılıp diri diri gömülmesi, başı açık olmanın cariye ( köle kadın ) ve hayat kadını olmaya işaret addedilmesi gibi durumlar başka topluluklarda, sözgelimi Türklerde yoktur. Dolayısıyla Türkler için başa örtü almak özgür olmaya da işaret sayılamaz. Gerçi artık günümüz Arapları için de böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla başı örtme diye bir buyruğa da artık gerek yoktur. Kaldı ki bugün pek çok Sünni din bilgini başı örtme ile ilgili ayetlerin bir buyruk değil, bir öğüt / tavsiye olduğunu ve başı örtmemenin dinsel anlamda hiçbir cezasının bulunmadığını dile getirmektedir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi geleneğinin yasaklanması da, bu gelenek sadece Araplarda olduğu için Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman topluluklar için bu türden ayetlerin kılgısal karşılığı yoktur.
Yine kuranda insanoğlunun bilemeyeceği sadece Tanrının bilebileceği kimi konuların olduğu ki bunlara Kuran literatüründe gayb denmektedir. bildirilmektedir.
Bu konular; kıyametin ne zaman kopacağı, yağmurun yağması, ne zaman ölüneceği, nerede ölüneceği, rahimlerde bulunanların mahiyeti ( Burada kastedilen çocukların cinsiyetidir. ) vb. dir.
Söz konusu ayetler şöyledir:
Kıyamet vakti hakkında bilgi Tanrının katındadır. Yağmuru o yağdırır. Rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Kuşkusuz Tanrı her şeyi bilendir, her şeyden haberi olandır. (18)
Her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını Tanrı bilir. Onun katında her şey bir ölçüye bağlıdır. (19)
İşte görüldüğü gibi bu iki ayette belirtilen olaylar artık insanoğlu için gayb / bilinemeyen şeyler değildir. Ancak Kuranın indiği dönemdeki insanlar bunların hiçbirini gerçekten bilmiyorlardı. Fakat insanoğlu Tanrının izni ile ve onun bitip tükenmeyen vahyinin / sonsuz ve sürekli vahyinin ( Bilim ve teknoloji ) yol göstericiliği ile geçmişte bilinemeyen kimi konuları artık tüm çıplaklığı ile bilmektedir. Yağmurun ne zaman yağacağı insanlar için artık meçhul değildir. Hamile kadınların neye gebe olduğu da meçhul değildir. Gelişen bilim
Mustafa Cemil Kılıç
13 Temmuz 2005
Dipnotlar:
1. Cem Dergisi, Sayı 127, s.35.
2. Kuran ı kerim, Al i İmran suresi, 7. ayet.
3. Kuran ı kerim, Zumer suresi, 23. ayet.
4. İsmail Onarlı, Alevilikte Nevruz Nedir?, s. 11.
5. Hüseyin Bal, Alevi İslam Yolu, s.132.
6. Yaşar Nuri Öztürk, Kurandaki İslam, s. 486.
7. Kuran ı kerim, Bakara Suresi, 106. ayet.
8. Kuran ı kerim, Nahl suresi 101. ayet.
9. Kuran ı kerim, Bakara suresi, 282. ayet.
10. Kuran ı kerim, Bakara suresi, 228. ayet.
11. Kuran ı kerim, Kehf suresi, 109. ayet.
12. Kuran ı kerim, Lokman suresi, 27. ayet.
13. Kuran ı kerim, Zumer suresi 9. ayet.
14. Kuran ı kerim, Şura suresi 7. ayet.
15. Kuran ı kerim, Enam suresi, 92. ayet.
16. Kuran ı kerim, Fussilet suresi, 44. ayet.
17. Kuran ı kerim, Mücadele suresi, 2 3 - 4 ayetler.
18. Kuran ı kerim, Lokman suresi, 34. ayet.
19. Kuran ı kerim, Rad suresi, 8. ayet.
20. Mustafa Cemil Kılıç, Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik, s. 103.
21. Rıza Zelyut, Şah İsmailin Şiirleri, Güneş Gazetesi, 21.05.2005.
Biz bir ayet okuruz, hiç Kurana benzemez
Bu bizim imanımız kör imana benzemez.
. (1)
Osmanlı şeyhülislam ve müftülerinin bir kısmının Alevi / Bektaşiler hakkında söyledikleri; Kuranı istihfaf ederler / hafife alırlar şeklindeki iddia tamamen iftiradan ibarettir. Aslında bu iddiaların temelinde yatan gerçek şeyhülislam ve müftülerin kendi zahiri anlayışlarını Alevi / Bektaşilere dayatma ve böylece onları da Sünnileştirme veyahut bu olmazsa onları katletme arzularıdır.
Aleviler, Sünniler veya Şiiler gibi Kuranın zahiri anlamlarına takılıp kalmazlar. Ondaki özü temel alırlar. Kuranın batıni / içsel anlamlarına ulaşıp her çağda yeniden yorumlanması ve zamanın koşullarına göre yeni baştan değerlendirilmesi gerektiğine inanırlar. Çünkü bilirler ki, Kurandaki ayetlerin pekçoğu Batıni manalar içerir. Yine bilirler ki, Kuranın pek çok ayeti zamana ve mekana kayıtlıdır. Dahası sadece indiği dönemdeki insanları ilgilendiren, sadece Araplara özgü olan; dolayısıyla tüm çağlara ve tüm coğrafyalara şamil olması mümkün olmayan ayetlerin toplamı Kuranın büyük bölümünü oluşturur.
Bu hususları ayrıntılandırmadan önce İslam tarihi boyunca sürekli gündemde bulunan bir konuya değinmek yerinde olacaktır.
Kuranın Korunmuşluğuna Dai
Hicr Suresinin 9. ayetinde şöyle denilmektedir:
Kuranı ( zikri ) kesinlikle biz indirdik; elbette yine onu biz koruyacağız.
Bu ayete dayanarak Müslümanlar, Kuranın Tanrı tarafından korunduğuna dolayısıyla onu değiştirmeye / tahrif etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğine inanmaktadırlar. Ancak Kuranın değiştirilme ve tahrif edilme tehlikesinin bulunmadığı, çünkü Allahın onu koruduğu yönündeki inanca rağmen ilk Müslümanların Kuranı koruma altına almak için harekete geçtiklerini ve böylece Kuranın bir komisyon tarafından önce toplanıp mushaf haline getirildiğini, Halife Osman döneminde de kitaplaştırılıp çoğaltıldığını bilmekteyiz. Burada kuramsal olarak iki soru gündeme gelmektedir.
Birincisi; madem Kuranı Tanrı korumaktadır, niçin insanlar onun tahrif edilebileceği, unutulabileceği kaygısıyla onu mushaflaştırmış ve sonra da kitaplaştırmışlardır ? Tanrının vaadine rağmen niçin böyle davranmışlardır ? Tanrıya güvenmemiş olacak değildirler ya
İkincisi; Kuranın lafzının değişmemiş olmasının pratikte ne yararı vardır ? Ortada tek bir Kuran olmasına karşın birbirine çok uzak görüşlere sahip Müslümanların mevcudiyeti; onlarca mezhep, tarikat, cemaat, meşrep vb.lerinin varlığı hiç değişmemiş Kurana rağmen nasıl açıklanabilir ? Hemen hemen okuyan herkesin farklı şeyler anladığı, farklı görüşler edindiği ve hatta biribirine zıt hükümler çıkardığı Kuranın lafzen değişmemiş olmasının kılgısal / pratik değeri nedir ? Aynı kitaba bakıp birbirlerini kafirlikle itham edecek kadar farklı şeyler anlayan insanlar için Kuranın hiç değişmemiş / tahrif edilmemiş olmasının ne anlamı vardır?
Bu sorular başta Müslüman araştırmacılar olmak üzere konu ile ilgilenen tüm bilim adamları tarafından olumlu veya olumsuz, daha doğrusu İslam teolojisinin lehinde veya aleyhinde yanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu konudaki tartışmaların sürgit devam edeceği muhakkaktır. Ancak bizce birinci soruya / sorular öbeğine verilecek yanıt şu olmalıdır:
Tanrı nın Kuranı koruma vaadi, müslümanların onu korumaları yoluyla gerçekleşmiştir. Müslümanlar bir anlamda Tanrının vaadinin gerçekleşmesinde vesile rolü oynamışlardır. Tanrının vaadine güvenmemek bir tarafa onun vaadinin gerçekleşmesini sağlamışlardır.
Yine bizce ikinci soruya, ya da sorular öbeğine verilebilecek yanıt da şu olabilir:
Kurandan herkesin farklı şeyler anlaması, bu farklılıklar aşırı düzeyde dahi olsa, Tanrının insanları ve insanlığı tekdüzeleştirmemek, farklı yorumların oluşumuna imkan sağlamak için Kuranı deyim yerindeyse bilinçli olarak/isteyerek elastiki/Batıni anlamları mündemiç kılmasından dolayıdır. Bu, Tanrının insanlara rahmetidir. Yani Tanrı, bizzat kendisi insanların/müslümanların farklı fikirlere / farklı din anlayışlarına sahip olmalarını murad etmektedir.
Tüm bu tartışmalara karşın Alevi / Bektaşiler; Kur anı, Allahın Hz. Muhammede gönderdiği son ilahi kitap olarak kabul ederler. Bu konuda Sünni ve Şii Müslümanlarla aralarında bir fark yoktur. Kuranın değiştirildiği yolunda kimi iddiaları dillendiren marjinal kişiler bulunsa da Alevi / Bektaşiler; Kuranın Tanrı tarafından korunduğu belirtilen ayetini temel alarak onun değiştirilmediğine ve değiştirilemeyeceğine inanmaktadırlar.
Kuranın değiştirildiği yönündeki iddiaların hiçbir ciddi ve bilimsel dayanağı yoktur. Kaldı ki Kuran değiştirilmek istenseydi bile Hazreti İmam Alinin buna karşı çıkması ve bu karşı çıkışın tarihi işaretlerinin bulunması gerekirdi. Bu bağlamda yani Hazreti İmam Alinin karşı çıkması anlamında bir olayın kaydedilmediği ve üstelik Halife Ebubekir tarafından bir araya toplanıp Halife Osman tarafından kitaplaştırılarak çoğaltılan Kurana Hazreti Alinin bir itirazının vaki olmadığı bilinmektedir. Ancak yine de Kuranın değiştirildiği, Kurandan özellikle Hazreti Alinin imameti ile ilgili ayetlerin çıkarıldığı tarzında iddialar bulunmaktadır. Bu iddiaların, tarihin hiçbir döneminde ciddi sayıda taraftarı olmamıştır.
(Ancak yine de kafaları karıştıran bazı hususlar vardır. Sözgelimi; Kuranın derlenmesi sırasında bir komisyon kurulup, bu komisyona getirilen ve ayet olduğu iddia edilen sözlerin gerçekten ayet olup olmadığının saptanması için bir çabanın mevcudiyeti söz konusudur. Böylesi bir çabanın mevcudiyeti bile aslında şöyle bir kuşkuyu doğurmuyor mu:
Demek ki, o dönemde pekçok insanın ezberinde bulunan veya bir kısım kimseler tarafından çeşitli levhalara yazılarak korunan söz lerin hangilerinin tanrısal vahiy ürünü olduğu yani ayet olup olmadığı tam bir kesinliğe sahip değildir. Şayet gerçekten böyle bir kesinlik söz konusu olsaydı, o vakit bir komisyona gereksinim duyulmazdı. Yapılacak iş, sadece ayetlerin bir araya toplanmasından ibaret olurdu. Halbuki ayet olduğu iddia olunarak komisyona getirilen sözlerin ayet kabul edilebilmesi için temel bir kriter belirlendiğini ve bu kritere uymayanların ayet kabul edilmeyip bunların mushafa konulmadığını bilmekteyiz. Ayrıca hemen belirtelim ki, bir sözün ayet olup olmadığını saptamak için kararlaştırılan ölçüt / kriter / kıstas, o sözün iki şahit / tanık tarafından getirilmesidir. Şu an eldeki mevcut Kuranın tüm ayetlerinin bu kıstasa göre derlendiğini ancak Tövbe Suresinin son iki ayetinin istisna edilerek tek tanıkla Kurana alındığını biliyoruz. Belki de gerçekten ayet olduğu halde iki tanık bulunamadığı için ayet kabul edilmeyip Kurana alınmayan ya da aslında ayet olmadığı halde birtakım kaygılarla (siyasal vb.) ayet addedilerek mushafta yer bulan sözler de vardır. Bu teorik yaklaşımımızı destekleyen kimi rivayetler sözkonusu ise de bunların isbatı mümkün olmadığı için diyoruz ki, Kuranın değiştirildiği / tahrif edildiği yönündeki iddiaların ciddi bir tarihsel / olgusal ve bilimsel dayanağı yoktur. Lakin yine de mantığımız bizi yukarıda sıraladığımız soruları sormaya sevkediyor. Sanıyorum burada sorulması gereken ve fakat akli anlamda bir yanıtı bulunmayan (Gaybi bir yanıt olsa gerek ki bu da ancak fideistçe La yalemu İllallah / Yalnız Allah bilir. demekten ibarettir.) bir diğer soru da şudur:
Yüce Tanrı, Kurandan evvel gönderdiği kutsal kitaplar için bir koruma vaadinde bulunmamışken niçin Kuran için böyle bir vaatte bulunmaktadır ? )
Bununla birlikte yukarıda da söylediğimiz gibi Alevi / Bektaşilerin Kur ana yaklaşımları son derece farklıdır. Alevi / Bektaşiler; Kuranın yüzeysel anl******* ziyade içsel anlamının önemli olduğunu savunurlar. Kuranın pek çok ayetinin Sünni ve Şiilerce yanlış anlaşılmakta olduğuna inanırlar. Onların, sadece yüzeysel / zahiri / dışsal anlamlarla yetindiklerini, içsel/batıni anlamlara ulaşamadıklarını ileri sürerler. Nitekim Kur anın yüzeysel / zahiri anlamlarının yanında içsel / batıni anlamlarının da olduğunu bizzat Kuranın kendisi söylemektedir.
(Sünni ve Şii Müslümanlar, Kuranın her hükmünün ve her ayetinin her çağda ve her coğrafyada geçerli olduğunu yani Kuranın tümüyle evrensel ve zaman üstü olduğunu ileri sürerler. Ancak yine de Kurandaki pek çok hükmü uygulamazlar. Uygulamadıkları hükümlerin aslında uygulanamaz hükümler olduğunu görmek istemezler. Üstelik bu gerçeği asırlardır söyleyen Alevi/Bektaşi/Batıni kitlelere karşı da geçmişte olduğu gibi bugün de mütecaviz bir tutum sergilerler.)
Tekraren ifade edelim ki, Alevi/Bektaşiler; Kurandaki pek çok ayetin yerel anlamlı ve kimi ayetlerin de zamana kayıtlı olduğunu/hükümlerinin geçersiz hale geldiğini savunurlar. Şimdi bu savları teker teker ele alalım.
Kuranın Batıni Anlamları Vardı
Kuranın batıni / içsel anlamlarının olduğu savı Kuran kaynaklıdır. Nitekim Ali İmran Suresinde şöyle denilmektedir:
Onun ayetlerinin bir bölümü muhkem (anlamı açık) dir. Onlar kitabın anasıdır. Öbür ayetlerse müteşabih (içsel anlamı olan) tir Onun yorumunu ise ancak Tanrı ve bilimde derinleşenler bilir ( 2)
Ayrıca yine Zümer Suresinde şöyle denilmektedir:
Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer iç içe anlamlar içeren ( mesani ) / batıni anlamları olan bir kitap halinde indirmiştir ( 3 )
Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevi / Bektaşilerin savlarının dayanağıdır. Aleviler, Kuranın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta Hz. Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedildiğini / keşfedilebileceğini savunurlar. Nitekim Hz. Muhammed, Hz. Aliyi ilim şehrinin kapısı olarak nitelemiş ve ona Kuranı anlamak noktasında en yüksek payeyi vermiştir. Onu kendi yerine vasi tayin etmesi de bu nedenledir. Kuşkusuz Kuranı, Hz. Muhammedin yerine vasi tayin ettiği bir kişiden daha iyi hiç kimse yorumlayamaz. Bu nedenledir ki, Hz. Ali, ene Kuranu natık yani Ben konuşan Kuranım. Demiştir. Hz. Ali bu sözü Sıffın Savaşı sırasında askerlerinin mızraklarının uçlarına Kuran sayfaları taktıran Muaviyenin hilesine kanıp savaşmaktan vazgeçen ve Biz Kurana saldıramayız diyen kendi askerlerini ikna için söylemiştir. Fakat bir kısım askerler, Hz. Alinin bu sözüne rağmen savaşmaktan vazgeçip Muaviyenin savaşı kazanmasına neden olmuşlardır. Bu olay Kuranın siyasete alet edilmesinin ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Hz. Ali de bu tavrıyla dinin ve kutsal değerlerin siyasete alet edilmesine ilk karşı çıkanlardan olarak tarihçe kaydedilmiştir. Alevi / Bektaşi inancına göre Hz. Ali, Kuranın ta kendisidir. Bugün Kurandan anlaşılan yazılı bir belgedir. Ancak Hz. Ali o yazılı belgenin konuşan, cisimleşmiş ve muşahhas halidir. Alevi / Bektaşilerin Hz. Aliyi gerçek Kuran / mücessem ve müşahhas Kuran olarak gördüklerinin en edebi ifadelerinden biri Virani Babaya aittir: (4)
Ali İncil, Ali Tevrat,
Ali Zebur, Ali Kuran,
Ali Fazlur Rahman,
Alidir sümme vechul-lah.
Hz. Alinin bu üstün niteliğinin bir yansıması olarak Alevi / Bektaşiler, onu övmek, yüceltmek konusunda görkemli ve edebi anlamda olağanüstü sözler söylemişlerdir. Onun, Kuranın batıni yorumuna olan hakimiyetini ve böylece dinin gerçek boyutunu keşfetmesini anlatan, edebi olarak bu gerçeklere dikkat çeken görkem yüklü şiirlerden biri de Şahkulu Sultan Dergahı post sahibi Hilmi Dedebabaya aittir: (5)
Ali evvel, Ali ahir,
Ali tayyib, Ali tahir,
Ali batın, Ali zahir,
Ali göründü gözüme.
Ali candır, Ali canan,
Ali rahim, Ali rahman,
Ali dindir, Ali iman,
Ali göründü gözüme.
Kuranın batıni anlamlarının olduğunun kanıtlarından biri de bazı surelerin başlarında yer alan harflerdir. Elif, Lam, Mim; Elif,Lam, Ra; Ha, Mim; Ta, Ha. vb. kimi harflerin ne anlama geldiği hususunda Kuran yorumcularının bir sürü savı bulunmakta ve bunların hiçbiri birbiriyle uyuşmamaktadır.
Kuranın içsel anlamları olduğunu yani müteşabih olduğunu kabul eden ve bu yönde çok ciddi ve bilimsel araştırmalar yapan çağdaş / yaşayan Sünni din bilginleri de bulunmaktadır. Özellikle Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk ve Hasan Elik bu konuda öne çıkmaktadır. Hatta Yaşar Nuriye göre Kuranın yüzde doksanı müteşabih, başka bir ifadeyle içsel anlamlıdır. (6) Bugün modernist tabir edilen kimi Sünni din bilginleri tarafından yeni yeni ortaya atılan görüşleri Alevi / Bektaşi önderleri yüzyıllardır dile getirmektedir. Kuranın zahiri / dışsal anlam ve yorumlarının günümüz dünyasına yanıt veremediği artık apaçık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Zahiri / dışsal anlam ve yorumların sadece bu çağda değil geçmiş dönemlerde de toplumsal yaşam bağlamında pek çok sorunlara yol açtığı tarihsel olarak sabittir. Yüzyıllar sonra da olsa Sünni ve Şii din bilginleri Alevi / Bektaşi yaklaşımının doğruluğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk vb. din bilginlerinin çabaları ( Bu bilginlerin çalışmaları genelde Kuranın hukuksal ve sosyal alanlarla ilgili ayetleriyle sınırlı kalsa da son derece önemli bir gelişmedir. Bilindiği gibi Alevi / Bektaşiler, sadece hukuksal ve sosyal anlamda değil ibadetler ve akaid ile ilgili ayetlere de batıni / içsel yorumlar geliştirmişlerdir.) Alevi / Bektaşileri haklı çıkarmaktadır. Gerçi Alevi / Bektaşiler Sünni din bilginlerinden kendilerinin haklı olduğunu kabul etmelerini beklememekte ve buna gereksinim duymamaktadırlar. Onlar zaten tarihsel ve bilimsel olarak haklı olduklarını bilmektedirler. Bu biliş sadece bilme düzeyinde değil, bir iman mertebesindedir.
Alevi / Bektaşiler; Kuranın batıni / içsel anlamlarına uymayı ilke edinmişler, zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışlardır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişlerdir ve hala da ödemeye devam etmektedirler. Hallacı Mansurun asılarak idamı, Seyyid Nesiminin derisinin yüzülmesi gibi olaylar milyonlarca elim olaydan sadece ikisini teşkil etmektedir.
Kuranın Tarihsel Ayetleri Vardır
Kuranın pek çok ayeti tarihseldir. İndiği dönemle ilgili ve günümüze dair hiçbir işlevselliği bulunmayan ayetlerin toplamı Kuranın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir. Hz. Muhammed ve ashabının yaşadığı ve bir daha benzerlerinin dahi yaşanmasına olanak bulunmayan bir sürü tarihsel olay Kuran da uzun uzadıya anlatılmaktadır. Kuranın yorumlanması ve açıklanması çalışmalarında tarihsellikten kastedilen hükümlerinin geçersiz hale gelmesi durumudur. Böylesi ayetlerin varlığı modernist yorumcular tarafından kabul edilmekle birlikte geleneksel Sünni din bilginlerinin tümü bunu reddetmekte ve Kuranda bulunan bütün ayetlerin geçerliliğini sürdürdüğü, kıyamete değin de sürdüreceği inancını savunmaktadır.
Oysa Kuranın kendisi zamanla kimi hükümlerinin geçersiz hale gelebileceğini öngörmektedir. Nitekim Bakara Suresinde şöyle denilmektedir:
Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye güç yetirendir. (7)
Biz bir ayetin hükmünü başka bir ayetle değiştirdiğimiz zaman ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir sen ancak bir iftiracısın dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler. (8)
Kuramsal olarak Kuran, kendi ayetlerinin bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek ( ki bu duruma Tefsir literatüründe nesh denmektedir. ) tarihselliği kabul etmektedir. Günümüzde kimi modernist Sünni din bilginleri artık bunu kabul edip bu bağlamda yeni yorumlar geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu cümleden olarak söyleyelim ki; Kurandaki hukuksal ve sosyal anlam ve hüküm içeren pek çok ayetin hükmü kalkmıştır. Özellikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.
Alevi / Bektaşiler bu gerçeği yüzyıllardır söylemektedir. Onlar, Kuranın bir öğüt kitabı olduğunu kabul etmişler ve onu bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kuranın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayetlerin, indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır. İşte seyyid Nesiminin sözleri:
( )
Din-ü iman- ü namaz- ü hacc-ü erkan ı zekat
Bahs ü davi ŞERİAT kamu güftar nedir ?
İlm ü KURAN u hadis ü vaz ile ders
Cümle bir mani imiş bunca bu tekrar nedir ?
İlm i tevhid okuyan medrese ilmin okumaz
Gör ki bu ravzada ol sırrı ile esrar nedir ?
( )
Sözlerim cümle hakikattır sözüm anlayana
Özünü bilmeyene cümle bu güftar nedir ?
Bu başlığı sadece iki örnek vererek kapatalım. Kuranda kadınların tanıklığı o dönem Arap toplumunun koşulları gereği erkeklerin tanıklığının yarısı kabul edilmektedir. Oysa Kuran dan evvel kadınların hiçbir biçimde tanıklıkları kabul edilmiyordu.
Ey inananlar, belirlenmiş bir süre için borçlandığınız vakit onu yazın Erkeklerinizden de iki tanık bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz tanıklardan bir erkek ile biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki kadın olsun (9
Çağımızda hiçbir entelektüel Müslüman kadın Kur'anda yazıyor diye kendi tanıklığının yarım kabul edilmesine razı olamaz. Görüldüğü gibi bu ayette o dönemin toplumsal koşullarına göre hüküm verilmiştir. Kadın o dönemde Arap toplumunda, sosyal yaşamda erkeğe oranla asla kıyas edilemeyecek derecede geri planda, hatta hiç yok hükmünde idi. Böyle olunca da sosyal olaylarda -ki burada ticari bir durum söz konusudur- tanıklığı erkek kadar muteber olamıyordu. Ne var ki sonraki dönem din bilginleri bu ayetten yola çıkarak kadınları her türlü hukuksal olayda yarım tanık kabul etmeyi kurallaştırmışlardır. Ancak zaman denilen olgu bu sakat anlayışı geçersiz hale getirmiştir. Gerçi hala günümüzde bile kimi şeriatçı çevreler bu hükmü savunmaktadır ama bu yaklaşımın gerçek yaşamda hiçbir uygulanabilirliği kalmamıştır. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerine ilişkin durum da aynıdır. Kuranın bu konudaki hükmü de artık geçersizdir. Hiçbir Müslüman kadın bir erkeğin ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olmayı sindiremez. Bunu hiçbir çağdaş kadına İslamın hükmü diye kabul ettiremezsiniz.
Kurandaki bir diğer çarpıcı örnek de kadının boşanma sonrası beklemesi gereken süre ile ilgilidir.
Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç ay hali beklerler. Eğer onlar gerçekten Allaha ve ahiret gününe inanmışlarsa, rahimlerinde Allahın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz (10)
Görüldüğü üzere Kuran indiği dönemin koşulları gereği kadınların boşanma sonrası üç adet dönemi (üç ay) beklemeleri ve hamile olup olmadıklarını net bir biçimde anlamalarını, hamile iseler çocuğun babasının kesin bir şekilde açığa çıkmasını sağlamaları yani gizlememelerini söylemektedir. Yeni bir evlilikten önce bu, koşuldur. Eğer bu koşula uyulmazsa çocuğun nesebinin tesbiti olanaksızlaşacaktır. Ancak bilindiği üzere bu durum tamamen o dönemin şartlarını yansıtmaktadır. Bugün teknoloji son derece ilerlemiş ve bir kadının hamile olup olmadığını anlamak için üç ay beklemeye gerek kalmamıştır. Dolayısıyla Kuranın bu hükmü ve hükme temel teşkil eden bu ayeti zaman tarafından nesh edilmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler Kuranın kimi ayetlerini bu şekilde geçersiz kılmaktadır. Ancak yüce Allahın vahyi sadece Kurandan ibaret değildir. Yani Kuranla son bulmuş değildir. Bunu bizzat Kuranın kendisi ilan etmektedir:
De ki; Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez. (11)
Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allahın sözleri bitmez. Kuşku yok ki, Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir. (12
Demek ki Yüce Allahın vahyi yani sözleri Kuranla bitmemiştir. Kuran vahyin sonu değildir. Allahın vahyi sonsuzdur ve süreklidir. Anlaşıldığı üzere vahiy devam etmektedir. Peki bu vahyin içeriği nedir? Artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre - ki Kuran böyle söylemektedir devam etmekte olan vahiy, peygamberi / nebevi bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Bizce bu, Tanrının insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan akılla alınan bir vahiydir. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla, Allahın dilediği kadar ve dilediği sürede yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrının en büyük kutsal kitabı olan evreni / evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edimi Allahın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, Tanrısal vahyin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve bilgi açığa çıkmaktadır. Bilim ve bilgi ise ayette işaret edilen Allahın tükenmeyen sözleri dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime uymak, Allahın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir. Bu noktada Kuranın , Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (13) şeklindeki ayeti hatırlanmalıdır. Yine Alevi / Bektaşilerin serçeşmesi Hünkar Hacı Bektaş Velinin; Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. buyruğu unutulmamalıdır.
Kuranın Yerel / Mekana Kayıtlı Ayetleri Vardır
Kuran, yüce Allahın insanlara öğüt olmak üzere gönderdiği son tanrısal bildirgedir. İçeriği itibariyle bütün kutsal bildirgeler gibi evrenseldir. Ahlak ve inanç esasları bütün insanlığı ilgilendiren özelliktedir. Kimi hukuki ilkeler de evrenseldir. Suçun şahsiliği ve suçla orantılı ceza verme ilkesi gibi. Ancak kabul etmek gerekir ki, Kuranda mekana kayıtlı yani yerel ayetler de vardır. Kuranın tümünün evrensel olduğunu iddia etmek her türlü ciddiyetten uzaktır. Kuranda çağlar üstü gerçeklere işaret eden ayetler bulunduğu gibi sadece Arapları, hatta indiği dönemdeki Arapları ilgilendiren ve diğer topluluklar için hiçbir kuramsal ve kılgısal ( pratik ) anlamı olmayan ayetler de vardır.
Bu düşüncemizin kaynağı da Kurandır. Nitekim Kuranda yüce Allah şöyle seslenmektedir
Kentlerin anası ( Mekke ) ve onun çevresinde bulunanları / yaşayanları uyarman ve asla kuşku olmayan toplanma günüyle onları korkutman için sana böyle Arapça bir Kuran vahyettik / açımladık. (14
Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır
Bu, kentlerin anası ( Mekke ) ve çevresinde bulunanları / yaşayanları uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı kutlu bir kitaptır (15
Açıkça görülmektedir ki, Kuranın asli ve birincil muhatabı Mekke ve çevresinde bulunanlardır. Mekke ve çevresinde bulunanlardan kastedilen ise doğrudan doğruya Araplardır. Bu savı destekleyen önemli işaretlerden biri de Kuranın dilinin Arapça olmasıdır. Kuranın Arapça bir kitap olarak indirilmesinin nedeni açıklanırken asli ve birincil muhataplarının Araplar olduğu meydana çıkmaktadır. İşte Kuranın diliyle ilgili açıklamanın bulunduğu bir ayet
Eğer biz onu yabancı dilde bir kuran yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: Ayetleri ayrıntılandırılmalı değil miydi? Arapa yabancı dilde kitap olur mu ?... (16
Kuranın dilinin Arapça olmasının nedeni daha pek çok ayette anlatılmaktadır. Ancak verdiğimiz örnekler göstermektedir ki, Kuranın dilinin Arapça olması boşuna değildir. İlk, asli ve birincil muhatap olan Arapların dilinin Kuranın dili olması gerçeği bizi şu noktaya ***ürmektedir
Gayet doğal olarak Kuranda sadece asli ve birincil muhatapları ilgilendiren ve onlardan başkası için hiçbir kuramsal ve kılgısal anlamı bulunmayan ayetler vardır. Bu durum, onun evrensel bir kitap olması özelliği ile asla çelişmemektedir. Çünkü evrensel olan onun mesajıdır, ruhudur, özüdür, ortaya koyduğu genel hükümlerdir. Her bir ayeti, her bir hükmü evrensel olamaz. Bu, toplumsal açıdan olanaksızdır. Kuran, ilk muhatapları olan Arapların yaş******* somut olayları örnek alarak kimi sosyal düzenlemeler ortaya koymuştur. Bu sosyal olayların birebir karşılığının bütün dünya toplumlarında mevcut olması olanaksızdır. Kuranın tüm ayetlerinde Arap kültürünün, Arap anlayışının derin izleri bulunmaktadır ki, bu durum yadırganacak bir şey olmayıp son derece doğal bir özelliktir. Arapların günlük yaşamlarında cereyan eden olaylar temelinde ihdas edilen sosyal ve dinsel kurallar bütün insanlık için birebir geçerli ve her coğrafyada tatbiki zorunlu ilkeler olamaz. Nitekim tarihsel olarak da görmekteyiz ki, İslamı kabul eden pek çok gayri Arap topluluk, kimi İslami kuralları kendi toplumsal yapılarına uyarlamaya çalışmışlardır. Bunun en büyük ve en çarpıcı örneği ise İslamın Türk kültürü ile yoğrulmasından doğan Alevi / Bektaşi yoludur
Kuranda sadece Arapları ilgilendiren ayetlerden çok çarpıcı ve hiçbir tevile olanak bırakmayacak kadar net birkaç ayetle bu konuyu sonlandıralım
İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Kuşkusuz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğe kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Bulamayan kimse / buna gücü yetmeyen kimse eşiyle temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış yoksulu doyurur. Bu, Allah ve elçisine inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allahın hükümlerdir. İnanmayanlar için acı bir azap vardır. (17
Öncelikle bu ayetlerin iniş nedenini açıklayalım. Araplarda, başka bir toplulukta bulunmayan bir gelenek vardı: Zıhar geleneği. Bu geleneğe göre bir adam karısına sen bana anamın sırtı gibisin deyince kadın o erkeğe haram sayılır ve ebediyen kocası tarafından terk edilmiş olurdu. Hazreti Muhammedin arkadaşlarından Evs bin Sabit de karısına kızıp bu sözü söylemişti. Karısı Havle, Hazreti Muhammed e gidip genç yaşında kocasına hizmetler ettiğini, çocukları olduğunu, şimdi bu ihtiyarlık zamanında kocasının bu sözü söyleyerek kendisini perişan ettiğini anlattı ve Hazreti Muhammedden tekrar kocasına dönmesi için hüküm istedi. Hazreti Muhammed ise sen ona haramsın. Dedi. Kadın, küçük çocuklarına üzüldüğünü söylüyor ve kendi lehinde bir hüküm vermesini Tanrı elçisinden tekrar tekrar istiyordu. Sonunda Hazreti Muhammedde vahiy hali belirdi ve bu ayetler indi. Böylece Tanrı, Araplara özgü eski bir geleneğin yanlış bir kanıdan ibaret olduğunu, bu tür sözlerle kadının kocasının anası olamayacağını bildirdi.
Görüldüğü gibi zıhar geleneği Araplara özgüdür. Dolayısıyla Kuranın bu ayetleri de Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman halklar için bu ayetlerin kuramsal ve kılgısal olarak hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Türklerde ve diğer Müslüman halklarda böylesi bir gelenek yoktur. Kuranda daha pek çok konuda böylesi ayetler vardır. Kız çocuklarının utanç nedeni sayılıp diri diri gömülmesi, başı açık olmanın cariye ( köle kadın ) ve hayat kadını olmaya işaret addedilmesi gibi durumlar başka topluluklarda, sözgelimi Türklerde yoktur. Dolayısıyla Türkler için başa örtü almak özgür olmaya da işaret sayılamaz. Gerçi artık günümüz Arapları için de böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla başı örtme diye bir buyruğa da artık gerek yoktur. Kaldı ki bugün pek çok Sünni din bilgini başı örtme ile ilgili ayetlerin bir buyruk değil, bir öğüt / tavsiye olduğunu ve başı örtmemenin dinsel anlamda hiçbir cezasının bulunmadığını dile getirmektedir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi geleneğinin yasaklanması da, bu gelenek sadece Araplarda olduğu için Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman topluluklar için bu türden ayetlerin kılgısal karşılığı yoktur.
Yine kuranda insanoğlunun bilemeyeceği sadece Tanrının bilebileceği kimi konuların olduğu ki bunlara Kuran literatüründe gayb denmektedir. bildirilmektedir.
Bu konular; kıyametin ne zaman kopacağı, yağmurun yağması, ne zaman ölüneceği, nerede ölüneceği, rahimlerde bulunanların mahiyeti ( Burada kastedilen çocukların cinsiyetidir. ) vb. dir.
Söz konusu ayetler şöyledir:
Kıyamet vakti hakkında bilgi Tanrının katındadır. Yağmuru o yağdırır. Rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Kuşkusuz Tanrı her şeyi bilendir, her şeyden haberi olandır. (18)
Her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını Tanrı bilir. Onun katında her şey bir ölçüye bağlıdır. (19)
İşte görüldüğü gibi bu iki ayette belirtilen olaylar artık insanoğlu için gayb / bilinemeyen şeyler değildir. Ancak Kuranın indiği dönemdeki insanlar bunların hiçbirini gerçekten bilmiyorlardı. Fakat insanoğlu Tanrının izni ile ve onun bitip tükenmeyen vahyinin / sonsuz ve sürekli vahyinin ( Bilim ve teknoloji ) yol göstericiliği ile geçmişte bilinemeyen kimi konuları artık tüm çıplaklığı ile bilmektedir. Yağmurun ne zaman yağacağı insanlar için artık meçhul değildir. Hamile kadınların neye gebe olduğu da meçhul değildir. Gelişen bilim
Mustafa Cemil Kılıç
13 Temmuz 2005
Dipnotlar:
1. Cem Dergisi, Sayı 127, s.35.
2. Kuran ı kerim, Al i İmran suresi, 7. ayet.
3. Kuran ı kerim, Zumer suresi, 23. ayet.
4. İsmail Onarlı, Alevilikte Nevruz Nedir?, s. 11.
5. Hüseyin Bal, Alevi İslam Yolu, s.132.
6. Yaşar Nuri Öztürk, Kurandaki İslam, s. 486.
7. Kuran ı kerim, Bakara Suresi, 106. ayet.
8. Kuran ı kerim, Nahl suresi 101. ayet.
9. Kuran ı kerim, Bakara suresi, 282. ayet.
10. Kuran ı kerim, Bakara suresi, 228. ayet.
11. Kuran ı kerim, Kehf suresi, 109. ayet.
12. Kuran ı kerim, Lokman suresi, 27. ayet.
13. Kuran ı kerim, Zumer suresi 9. ayet.
14. Kuran ı kerim, Şura suresi 7. ayet.
15. Kuran ı kerim, Enam suresi, 92. ayet.
16. Kuran ı kerim, Fussilet suresi, 44. ayet.
17. Kuran ı kerim, Mücadele suresi, 2 3 - 4 ayetler.
18. Kuran ı kerim, Lokman suresi, 34. ayet.
19. Kuran ı kerim, Rad suresi, 8. ayet.
20. Mustafa Cemil Kılıç, Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik, s. 103.
21. Rıza Zelyut, Şah İsmailin Şiirleri, Güneş Gazetesi, 21.05.2005.