ashli
Bayan Üye
'23 Numara'da Jim Carrey, yine ürpertici 'tesadüf'lerle bezeli bir öyküyle kendini bir tür alacakaranlık kuşağında buluyor. Onu yalnız bırakmamak için sinemadaki kader arkadaşlarını aramaya koyuluyoruz.
'Alacakaranlık Kuşağı'nı hatırlarsınız... 80'li yıllarda TRT'de de gösterilen bir diziydi bu. Her bölümünde tuhaf, esrarengiz, fantastik, ürpertici bir öykü anlatılırdı. Dizi, özellikle düş ya da kâbus gibi dokusuyla ünlüydü; o yüzden diziyi düzenli izlemiş olanların, kimi filmleri, öyküleri (ya da, olur a,durumları), 'Alacakaranlık Kuşağı gibi' şeklinde tanımlaması sıkça görülen bir durumdu. Bu yazıda da tuhaf, açıklanamaz görülen, merak uyandıran ama aynı zamanda insanın tüylerini ürperten öyküleri konu ediyoruz. Jim Carrey'nin yeni filmi '23 Numara' vesilesiyle yaptığımız bu dosyada, kendilerini birbirinden garip ve ürkütücü durumların içinde bulan karakterlerin hikâyeleri var.
The Number 23 (23 Numara)
TV dizisi 'Lost'un sihirli sayılarını alın, içine biraz 'Pi' koyun ve 'Dark City'nin sarmalları kıvamına gelinceye kadar karıştırın. İşte size, seyrettiğiniz birçok saplantı filmini hatırlatacak bir tarif. '23 Numara'nın kahramanı Walter Sparrow, karısının verdiği kitabı okurken, öyküyle kendi yaşamı arasında şaşırtıcı benzerlikler bulmaya başlıyor. Dahası, kitaptaki 'Nereye baksanız 23 sayısını buluyorsunuz' tezinden de etkilenip, hayatını bir tür '23 avı'na çeviriyor. Dolayısıyla da bu film, aslında Alacakaranlık Kuşağı etkisi yaratan tamamen ayrı iki minitürün, 'hayatım roman' öykülerinin ve 'evrenin anahtarı olan sayı/simge' öykülerinin izdivacı sayılabilir (ilk mini-tür üzerine birkaç örnek için 'Hayatım Roman' başlıklı kutuya bakabilirsiniz). Bir de, artık Jim Carrey'nin bu tür 'esrarengiz bir şeyler dönüyor' alt başlıklı filmlerin büyük tablodan bihaber kahramanı rolüne iyice alıştığını söylemek lazım.
Jacob's Ladder
Vietnam gazisi New York'lu postacı Jacob Singer'ın hayatı, giderek garipleşmeye başlıyor. Orada burada, gözüne tuhaf yaratıklar ilişiyor- bazen bir an belirip kaybolan, bazen sadece karaltı şeklinde görünen, ufak ufak tüm dünyasını saran, dehşet verici suretler bunlar. Dahası Jacob'ın sürmekte olduğu hayattan kopuk bir hali de var: Sık sık savaş öncesine 'flashback'ler yaşıyor. Savaşta ordunun gizli ve tehlikeli bir deney yürüttüğünü öğrenince, tüm bunların bir açıklaması olabileceğini düşünmeye başlıyor. Bir polisiye gibi değil de, bir rüya (kabus) gibi işleyen 'Jacob's Ladder'da Tim Robbins'in yumuşak ve çocuksu siması, filmin insanın içine işleyen karanlığına mükemmel bir tezat oluşturuyor.
Pi
23 değil, 3.14159265 (üstelik, daha da uzayıp gidiyor) üzerine, klasik bir saplantı öyküsü. Darren Aronofsky imzalı bu bağımsız filmde Max Cohen, kainatın şifresini çözmeye çalışıyor. Dolayısıyla da nereye baksa anahtar görüyor: Sarmallar, pi sayısı... Matematikçinin kafasında her şeyin arkasında gizli bir 'büyük tablo' var. Sinir bozucu bir şekilde ipuçlarını gösterip genelini asla açık etmeyen bir bilmece. Ve Cohen bilmecenin giderek daha çok içine düşüyor. Ve paranoyasını iyice beslercesine, çalışmaları farklı ve tehlikeli birtakım güç odaklarının da dikkatini çekiyor. Klasik bir paranoya ve saplantı filmi.
Dark City (Gizemli Şehir)
Kült bilimkurgu filmi 'Dark City'nin şehrinde alacakaranlık yok: Hep gece yaşanıyor. Ancak tabii başlı başına bu bile, alacakaranlık kuşağına layık bir vaziyet. Filmdeki kuşku uyandırıcı şeyler bununla sınırlı değil: Önceki hayatına dair hiçbir şeyi, adını bile hatırlamaz durumda, çıplak halde bir küvetin içinde uyanan kahramanımız John Murdock... Belli saatlerde tamamı birdenbire, oldukları yerde uykuya dalan kent sakinleri... Ve onlar uyurken binalarıyla, sokaklarıyla hareket eden, değişen bir şehir. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de Max Shreck'in Kont Dracula'sının pop star olduğu bir dünyaya aitmiş hissi veren birtakım karanlık 'yabancılar' dolanıyor ortada. Biraz çizgi roman, biraz kara film, katıksız düş âlemi.
The Machinist (Makinist)
En azından Christian Bale'In Trevor Reznik karakteri için korkutucu oranda kilo verdiği haberlerini duymuşsunuzdur. Gerçekten fark edilmeyecek gibi değil, endişe verici derecede zayıf bir tip Trevor. Hiç uyuyamıyor, yemiyor. Bir yerde takılıp kalmış, hayatı askıya alınmış gibi. Ancak mesele kendi durumunun kasvetiyle sınırlı değil: Sağda solda esrarengiz bir tipe rastlamaya ve orada burada kendisine yazılmış birtakım notlar bulmaya başlıyor. Ve dünyası tamamen parçalanıyor. 'Makinist'in benzerleri var elbette ama Brad Anderson'ın filmi etkileyici bir görselliğe sahip.
Lost Highway (Kayıp Otoban)
Zaten Lynch'in neredeyse bütün sineması alacakaranlık kuşağını mekân tutmuyor mu? 'Bilinçaltından dışarı bakma'ya eğilimi, filmlerine hem o müthiş görselliği, hem de sarsıcı anlarını, karmaşık öykülerini veriyor. 'Kayıp Otoban'da Bill Pullman'ın karakteri, karısını öldürme suçundan dolayı bir hücreye konulduğunun ertesi sabahı, başka biri olarak uyanıyor. Lynch sinemasına aşinaysanız, bunun mecaz olmayabileceği aklınıza gelmiştir bile. Düpedüz başka birinin bedeniyle ve zihniyle uyanıyor sabah-onun yerine başka biri uyanıyor da denilebilir. Ve elbette, bu her şeyin başı. Lynch'in en çok sevilen filmlerinden olan 'Kayıp Otoban', aynı zamanda yönetmenin içinden çıkılması en zor öykülerinden.
Hayatım roman... Hakikaten!
Muhtemelen son yıllarda dikkatinizi çekmiştir... Romanlarla 'gerçek hayat' arasındaki sınırı bulandıran filmleri giderek daha sık görmeye başladık. Bazen yazdıkları bir gün gelip yazarın yakasına yapışıyor, bazen ise bir karakter hayatının tam anlamıyla bir yazarın eseri olduğunu öğreniyor. İşte alacakaranlık kuşağı faktörü hayli yüksek olan bu eğilimi benimsemiş birkaç örnek...
The Dark Half
Stephen King'in 'popüler yazar kimliği'ne de, yazarlarla yazdıkları arasındaki ilişkilere de merakı malum. Ondan uyarlanan bu film, tam King'e has bir alacakaranlık kuşağı etkisi yaratıyor: Kendi uydurduğu 'takma isim', ete kana bürünüp, onu emekliye ayırmaya çalışan 'edebi eserler yazarı' Thad Beaumont'un kuyusunu kazmaya başlıyor... Hem de 'kitaplarındaki gibi' son derece kanlı bir şekilde. Timothy Hutton hem Thad Beaumont, hem de onun 'çoksatan yazarı alter egosu' George Stark rolünde çok parlak bir performans veriyor.
Stranger Than Fiction
Belki bazılarımız 'hayatınıza eşlik eden soundtrack' mefhumuna alışığız... Ama Harold Crick, burada bambaşka, komik ve tedirgin edici yeni bir mefhumla tanışıyor: 'Hayata eşlik eden anlatıcı'. Evet, bir gün aynanın karşısında dişini fırçalarken, 'yazarın sesi'ni duymaya başlıyor. Ve bir roman karakteri olduğunu anlıyor. Daha beteri, söz konusu romanların yazarı, tıpkı 'The Dark Half'ın Beaumont'u gibi, onu emekliye ayırmaya karar vermiş durumda.
The Truman Show
Son yılların 'reality show' zehirlenmesinden dolayı şimdi çekildiği döneme kıyasla çok daha az sarsıcı görünen bu filmde Truman Burbanks (Jim Carrey), yaşadığı sakin, temiz ve 'cici' kasabada bazı tuhaflıklar fark etmeye başlıyor. Düzenli olarak aynı şeyi yapıyor gibi görünen 'figüranlar'; kelime anlamıyla 'içi boş' mekânlar; karısının hararetli bir tartışmanın arasına tamamen anlamsızca görünen marka isimlerini sıkıştırması... Evet, onun hayatı aslında çabuk zekâlı bir yapımcının emrinde, kalabalık bir teknik ekiple 'yönlendirilen' muazzam bir TV şovu. Ve kendisi dışında herkes bunu biliyor.
Kaynak: ekolay > sinema
'Alacakaranlık Kuşağı'nı hatırlarsınız... 80'li yıllarda TRT'de de gösterilen bir diziydi bu. Her bölümünde tuhaf, esrarengiz, fantastik, ürpertici bir öykü anlatılırdı. Dizi, özellikle düş ya da kâbus gibi dokusuyla ünlüydü; o yüzden diziyi düzenli izlemiş olanların, kimi filmleri, öyküleri (ya da, olur a,durumları), 'Alacakaranlık Kuşağı gibi' şeklinde tanımlaması sıkça görülen bir durumdu. Bu yazıda da tuhaf, açıklanamaz görülen, merak uyandıran ama aynı zamanda insanın tüylerini ürperten öyküleri konu ediyoruz. Jim Carrey'nin yeni filmi '23 Numara' vesilesiyle yaptığımız bu dosyada, kendilerini birbirinden garip ve ürkütücü durumların içinde bulan karakterlerin hikâyeleri var.
The Number 23 (23 Numara)
TV dizisi 'Lost'un sihirli sayılarını alın, içine biraz 'Pi' koyun ve 'Dark City'nin sarmalları kıvamına gelinceye kadar karıştırın. İşte size, seyrettiğiniz birçok saplantı filmini hatırlatacak bir tarif. '23 Numara'nın kahramanı Walter Sparrow, karısının verdiği kitabı okurken, öyküyle kendi yaşamı arasında şaşırtıcı benzerlikler bulmaya başlıyor. Dahası, kitaptaki 'Nereye baksanız 23 sayısını buluyorsunuz' tezinden de etkilenip, hayatını bir tür '23 avı'na çeviriyor. Dolayısıyla da bu film, aslında Alacakaranlık Kuşağı etkisi yaratan tamamen ayrı iki minitürün, 'hayatım roman' öykülerinin ve 'evrenin anahtarı olan sayı/simge' öykülerinin izdivacı sayılabilir (ilk mini-tür üzerine birkaç örnek için 'Hayatım Roman' başlıklı kutuya bakabilirsiniz). Bir de, artık Jim Carrey'nin bu tür 'esrarengiz bir şeyler dönüyor' alt başlıklı filmlerin büyük tablodan bihaber kahramanı rolüne iyice alıştığını söylemek lazım.
Jacob's Ladder
Vietnam gazisi New York'lu postacı Jacob Singer'ın hayatı, giderek garipleşmeye başlıyor. Orada burada, gözüne tuhaf yaratıklar ilişiyor- bazen bir an belirip kaybolan, bazen sadece karaltı şeklinde görünen, ufak ufak tüm dünyasını saran, dehşet verici suretler bunlar. Dahası Jacob'ın sürmekte olduğu hayattan kopuk bir hali de var: Sık sık savaş öncesine 'flashback'ler yaşıyor. Savaşta ordunun gizli ve tehlikeli bir deney yürüttüğünü öğrenince, tüm bunların bir açıklaması olabileceğini düşünmeye başlıyor. Bir polisiye gibi değil de, bir rüya (kabus) gibi işleyen 'Jacob's Ladder'da Tim Robbins'in yumuşak ve çocuksu siması, filmin insanın içine işleyen karanlığına mükemmel bir tezat oluşturuyor.
Pi
23 değil, 3.14159265 (üstelik, daha da uzayıp gidiyor) üzerine, klasik bir saplantı öyküsü. Darren Aronofsky imzalı bu bağımsız filmde Max Cohen, kainatın şifresini çözmeye çalışıyor. Dolayısıyla da nereye baksa anahtar görüyor: Sarmallar, pi sayısı... Matematikçinin kafasında her şeyin arkasında gizli bir 'büyük tablo' var. Sinir bozucu bir şekilde ipuçlarını gösterip genelini asla açık etmeyen bir bilmece. Ve Cohen bilmecenin giderek daha çok içine düşüyor. Ve paranoyasını iyice beslercesine, çalışmaları farklı ve tehlikeli birtakım güç odaklarının da dikkatini çekiyor. Klasik bir paranoya ve saplantı filmi.
Dark City (Gizemli Şehir)
Kült bilimkurgu filmi 'Dark City'nin şehrinde alacakaranlık yok: Hep gece yaşanıyor. Ancak tabii başlı başına bu bile, alacakaranlık kuşağına layık bir vaziyet. Filmdeki kuşku uyandırıcı şeyler bununla sınırlı değil: Önceki hayatına dair hiçbir şeyi, adını bile hatırlamaz durumda, çıplak halde bir küvetin içinde uyanan kahramanımız John Murdock... Belli saatlerde tamamı birdenbire, oldukları yerde uykuya dalan kent sakinleri... Ve onlar uyurken binalarıyla, sokaklarıyla hareket eden, değişen bir şehir. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de Max Shreck'in Kont Dracula'sının pop star olduğu bir dünyaya aitmiş hissi veren birtakım karanlık 'yabancılar' dolanıyor ortada. Biraz çizgi roman, biraz kara film, katıksız düş âlemi.
The Machinist (Makinist)
En azından Christian Bale'In Trevor Reznik karakteri için korkutucu oranda kilo verdiği haberlerini duymuşsunuzdur. Gerçekten fark edilmeyecek gibi değil, endişe verici derecede zayıf bir tip Trevor. Hiç uyuyamıyor, yemiyor. Bir yerde takılıp kalmış, hayatı askıya alınmış gibi. Ancak mesele kendi durumunun kasvetiyle sınırlı değil: Sağda solda esrarengiz bir tipe rastlamaya ve orada burada kendisine yazılmış birtakım notlar bulmaya başlıyor. Ve dünyası tamamen parçalanıyor. 'Makinist'in benzerleri var elbette ama Brad Anderson'ın filmi etkileyici bir görselliğe sahip.
Lost Highway (Kayıp Otoban)
Zaten Lynch'in neredeyse bütün sineması alacakaranlık kuşağını mekân tutmuyor mu? 'Bilinçaltından dışarı bakma'ya eğilimi, filmlerine hem o müthiş görselliği, hem de sarsıcı anlarını, karmaşık öykülerini veriyor. 'Kayıp Otoban'da Bill Pullman'ın karakteri, karısını öldürme suçundan dolayı bir hücreye konulduğunun ertesi sabahı, başka biri olarak uyanıyor. Lynch sinemasına aşinaysanız, bunun mecaz olmayabileceği aklınıza gelmiştir bile. Düpedüz başka birinin bedeniyle ve zihniyle uyanıyor sabah-onun yerine başka biri uyanıyor da denilebilir. Ve elbette, bu her şeyin başı. Lynch'in en çok sevilen filmlerinden olan 'Kayıp Otoban', aynı zamanda yönetmenin içinden çıkılması en zor öykülerinden.
Hayatım roman... Hakikaten!
Muhtemelen son yıllarda dikkatinizi çekmiştir... Romanlarla 'gerçek hayat' arasındaki sınırı bulandıran filmleri giderek daha sık görmeye başladık. Bazen yazdıkları bir gün gelip yazarın yakasına yapışıyor, bazen ise bir karakter hayatının tam anlamıyla bir yazarın eseri olduğunu öğreniyor. İşte alacakaranlık kuşağı faktörü hayli yüksek olan bu eğilimi benimsemiş birkaç örnek...
The Dark Half
Stephen King'in 'popüler yazar kimliği'ne de, yazarlarla yazdıkları arasındaki ilişkilere de merakı malum. Ondan uyarlanan bu film, tam King'e has bir alacakaranlık kuşağı etkisi yaratıyor: Kendi uydurduğu 'takma isim', ete kana bürünüp, onu emekliye ayırmaya çalışan 'edebi eserler yazarı' Thad Beaumont'un kuyusunu kazmaya başlıyor... Hem de 'kitaplarındaki gibi' son derece kanlı bir şekilde. Timothy Hutton hem Thad Beaumont, hem de onun 'çoksatan yazarı alter egosu' George Stark rolünde çok parlak bir performans veriyor.
Stranger Than Fiction
Belki bazılarımız 'hayatınıza eşlik eden soundtrack' mefhumuna alışığız... Ama Harold Crick, burada bambaşka, komik ve tedirgin edici yeni bir mefhumla tanışıyor: 'Hayata eşlik eden anlatıcı'. Evet, bir gün aynanın karşısında dişini fırçalarken, 'yazarın sesi'ni duymaya başlıyor. Ve bir roman karakteri olduğunu anlıyor. Daha beteri, söz konusu romanların yazarı, tıpkı 'The Dark Half'ın Beaumont'u gibi, onu emekliye ayırmaya karar vermiş durumda.
The Truman Show
Son yılların 'reality show' zehirlenmesinden dolayı şimdi çekildiği döneme kıyasla çok daha az sarsıcı görünen bu filmde Truman Burbanks (Jim Carrey), yaşadığı sakin, temiz ve 'cici' kasabada bazı tuhaflıklar fark etmeye başlıyor. Düzenli olarak aynı şeyi yapıyor gibi görünen 'figüranlar'; kelime anlamıyla 'içi boş' mekânlar; karısının hararetli bir tartışmanın arasına tamamen anlamsızca görünen marka isimlerini sıkıştırması... Evet, onun hayatı aslında çabuk zekâlı bir yapımcının emrinde, kalabalık bir teknik ekiple 'yönlendirilen' muazzam bir TV şovu. Ve kendisi dışında herkes bunu biliyor.
Kaynak: ekolay > sinema