meridyen2
Kayıtlı Üye
AKILLI BİR DÜŞMAN: AIDS
İlk bölümlerde virüslerden bahsedilmiş ve yaşamımızda ne kadar önmeli bir rol oynadıklarına değinilmişti. İşte bu virüslerin neredeyse en tehlikelisi, insanoğlunu en çok uğraştıranı ve belki de daha uzun yıllar uğraştıracak olanı "HIV" virüsüdür. Çünkü bu mikro varlık, diğer virüslerden farklı olarak, savunma sistemini tamamen devre dışı bırakır. Savunma sistemi çalışmayan bir insanın yaşamını devam ettirmesi ise imkansızdır.
İnsanın savunma sistemini çökerterek, her türlü hastalığa yakalanmasına, tüm bedeninde tamir edilemez hasarlar oluşmasına ve sonuç olarak ölmesine neden olan HIV, araştırmacıları uzun zaman oyalamış, sonra da ümitsizliğe kaptırmıştır. Bilim Teknik dergisi Ağustos 1993 sayısında, bu konuyla ilgili şu cümleleri kullanmıştır.
Daha fazla şey öğrendikçe, her şeyden daha az emin oluyoruz." Bu cümle, haftalık bilim dergisi Science'nin AIDS üzerinde çalışan dünyanın en tanınmış 150 araştırmacısı arasında yaptığı bir anketin ortak cevabını oluşturuyor. Gerçekten de, artık kimse yıllardır savunulan tezler hakkında kesin yargılara varamıyor. Daha düne kadar doğruluğu tartışma götürmeyen kimi görüşler temelden yanlış olduğu anlaşılarak bir kenara bırakılıyor. Sonunda öyle bir noktaya geliniyor ki, artık geriye dönülerek, bir zamanlar yalnızca gülünüp geçilen, kimsenin değer vermediği AIDS ve etkeni HIV hakkındaki eski teoriler bile tek tek yeni baştan ele alınıp geçerlilikleri tartışılıyor.12
Aradan geçen seneler bu durumu değiştirmek yerine, daha da pekiştirmiştir. Bugün hala cevapsız kalan bir çok soru olmakla beraber, yeni buluşlar, mevcut soruların sayısını arttırmıştır. Ve AIDS hala insanoğlu için gizemini korumaktadır.
HIV hakkında bilinen en önemli şeylerden biri, bu virüsün tüm vücut hücrelerine değil ancak bazılarına girdiğidir. Bunlar arasında da esas hedef, savunma sisteminin en etkin elemanı olan yardımcı T hücreleridir. Bu aslında çok önemli bir noktadır. Girebileceği sayısız hücre çeşidi varken, işine en fazla yarayacak olan savunma sistemi hücrelerini seçmesi insan vücudu için büyük bir yıkımın başlangıcı olur.
Savunma sistemin can damarı olan T hücreleri ele geçirilince geriye beyin takımı gitmiş, düşmanı tanıyamayan bir ordu kalır. Aslında bu çok önemli bir savaş taktiğidir. Çünkü haberleşme ve istihbarat sistemi çökmüş bir ordu, gücünün tamamını yitirmiş sayılır.
AIDS'e yol açan HIV virüsünün parçacıkları (mavi renkte) hastalık oluşturmak üzere diğer bir hücreye hareket etmeden önce, hastalık savunma hücresinde çoğalır. Savunma sistemi başlangıçta bu tür bir yayılmayla başa çıksa bile sonuç olarak virüs tarafından kontrol altına alınır. bunun nedeni ise şu an için kesin olarak bilinmemektedir.
Dahası vücudun ürettiği antikorlar da AIDS virüsüne bir zarar vermezler. AIDS'li hastalarda antikor üretimi devam eder ama öldürücü T hücrelerinin olmamasından dolayı etkileri çok azalır.
Cevaplanamayan sorulardan biri de budur: HIV, odaklanması gereken en iyi hedefi nasıl bilebilir? Çünkü vücuda girdiğinde savunma sisteminin beyninin T hücreleri olduğunu anlayana kadar, zaten mevcut sistem tarafından yok edilecektir. İnsan bedenine daha önceden girip bir istihbarat edinmesi de mümkün olmadığına göre, bu taktiği izlemesi gerektiğini nereden öğrenmiştir?
Bu, virüsün şaşırtıcı marifetlerinin sadece ilk basamağıdır.
İkinci basamakta, hedef olarak belirlediği hücrelere bağlanması gerekecektir. Bu, onun için hiç de zor bir işlem değildir. Çünkü, bu hücrelere anahtarın kilide uyması gibi bağlanır.
Üçüncü basamakta HIV virüsü kendisine hayat verecek mucizevi bir dizi işlemden geçer.
AIDS virüsü (turuncu olan) hücre zarını delerek T hücresine giriyor.
HIV yalnızca bir retrovirüstür. Yani, yapısında genetik materyal olarak yalnızca RNA bulunur, DNA'sı yoktur. Bu retrovirüsün yaşamını devam ettirebilmesi için DNA'ya ihtiyacı vardır ve bunu elde etmek için de oldukça ilginç bir yönteme başvurur. Konuk olduğu hücrenin nükleik asitlerini kullanarak, kendi bünyesinde taşıdığı (geriye doğru anlamına gelen) reverse transkriptaz enzimi ile RNA'sını DNA'ya çevirir. Daha sonra bu DNA'yı içinde bulunduğu hücrenin çekirdeğindeki DNA'ya yerleştirir. Böylece virüsün kalıtım malzemesi, T hücresinin kalıtım malzemesi haline gelmiş olur. Yani hücre çoğaldıkça, beraberindeki virüsler de çoğalır. Artık hücre, virüs için bir fabrika gibi çalışmaya başlamıştır. Ancak olayın kahramanı HIV'in amacı, yalnızca tek hücreyi istila etmek değildir. O, bu kadarla yetinmeyip, tüm vücudu ele geçirmek isteyecektir.
Bu da dördüncü basamaktır: Bir şekilde o ve diğerleri (hücre çoğalırken, kendisini de çoğalttığından, artık birçok HIV virüsü oluşmuştur) bulundukları hücreden çıkıp, sayılarını arttırmak için yeni hücreler istila etmek isterler. Ancak bunun için özel bir çaba sarfetmezler. Çünkü, olayların doğal akışı tam istedikleri biçimde gerçekleşecektir: İstilaya maruz kalan T hücresinin zarı, bir süre sonra basınca dayanamayıp delik deşik olur ve böylece yeni virüsler, hücre dışına çıkarak kendilerini ağırlayacak başka hücreler bulur. Böylelikle virüs, sayısını artırdığı gibi, barındırdığı T hücresini de öldürmüş olur.
Buraya kadar yüksek bir başarı grafiği ile gelen HIV, artık bedeni ele geçirmiştir. En azından, insanlık onu yenecek bir ilaç bulana kadar... Şimdi virüs dilerse uykuya yatıp, senelerce vücutta sesini çıkarmadan yaşar ya da büyük taarruza hemen başlar.
NEDEN ÇÖZÜM BULUNAMADI?
HIV vücuda girdikten sonra günde on milyar kadar virüs üretmektedir. Bir gün gibi kısa süreye sığan bu hızlı üretim işlemi, kuşkusuz şu anki teknolojinin bile başedemeyeceği bir durumdur. Üstelik üretilen basit bir şey de değildir. Burada söz konusu olan, koskoca insan bedenini tamamen ölüme götürebilecek yetenekte, mükemmel bir plan sonucunda hücreyi ele geçiren ve kendi kopyalarını ürettiren bir mikroorganizmadır.
Ayrıca HIV'in yetenekleri bu kadarla da sınırlı kalmaz. Bu virüs, yakalanmamak için, kendini değişik kalıplara sokar. Bu sayede kendisine karşı kullanılan tüm ilaçlar etkisiz kalır. Tıp bugün, virüse aynı anda çok sayıda ilaçla saldırarak, bu direncin bir nebze olsun önüne geçmeyi başarmıştır. Ama, problem kökünden hallolmamış, yalnızca hastaların yaşam süresi biraz daha uzamıştır.
Burada tehlikeyi sezmiş bir virüsün, kendini yenilemesi gerçekten hayret uyandırıcıdır. Bilim adamları, bu taktik karşısında çaresiz kalmıştır.
HIV'in akıl almaz taktikleri yalnızca bunlar değildir. Kandaki yardımcı T hücreleri, tıpkı bir fermuarın dişleri gibi birbirlerine değerek yüzerler. Dolayısıyla HIV, kandaki antikorlara değmemek için bir T hücresinden diğerine atlayarak ilerler. Burada bahsedilen virüs, yalnızca bir mikron büyüklüğünde, DNA'sı bile olmayan hatta canlı olarak bile nitelendirilmeyen bir varlıktır. Bu varlığın, insan bedenini bu kadar iyi tanıyıp onunla başedebilecek sistemler kurması, bunları hata yapmadan eksiksizce uygulaması ve kullanılan tüm silahlardan kendini koruyabilecek şekilde sürekli değişikliğe uğraması, gerçekten hayret uyandırmaktadır. Bu durum, insanoğlunun gözle görülemeyen bir virüs karşısında ne kadar çaresiz kaldığının önemli bir örneğidir.
(alıntı harun yahya insan mucizesi)
12. Bilim ve Teknik Dergisi, Cilt 26, Sayı 309, Ağustos 1993 s. 567
İlk bölümlerde virüslerden bahsedilmiş ve yaşamımızda ne kadar önmeli bir rol oynadıklarına değinilmişti. İşte bu virüslerin neredeyse en tehlikelisi, insanoğlunu en çok uğraştıranı ve belki de daha uzun yıllar uğraştıracak olanı "HIV" virüsüdür. Çünkü bu mikro varlık, diğer virüslerden farklı olarak, savunma sistemini tamamen devre dışı bırakır. Savunma sistemi çalışmayan bir insanın yaşamını devam ettirmesi ise imkansızdır.
İnsanın savunma sistemini çökerterek, her türlü hastalığa yakalanmasına, tüm bedeninde tamir edilemez hasarlar oluşmasına ve sonuç olarak ölmesine neden olan HIV, araştırmacıları uzun zaman oyalamış, sonra da ümitsizliğe kaptırmıştır. Bilim Teknik dergisi Ağustos 1993 sayısında, bu konuyla ilgili şu cümleleri kullanmıştır.
Daha fazla şey öğrendikçe, her şeyden daha az emin oluyoruz." Bu cümle, haftalık bilim dergisi Science'nin AIDS üzerinde çalışan dünyanın en tanınmış 150 araştırmacısı arasında yaptığı bir anketin ortak cevabını oluşturuyor. Gerçekten de, artık kimse yıllardır savunulan tezler hakkında kesin yargılara varamıyor. Daha düne kadar doğruluğu tartışma götürmeyen kimi görüşler temelden yanlış olduğu anlaşılarak bir kenara bırakılıyor. Sonunda öyle bir noktaya geliniyor ki, artık geriye dönülerek, bir zamanlar yalnızca gülünüp geçilen, kimsenin değer vermediği AIDS ve etkeni HIV hakkındaki eski teoriler bile tek tek yeni baştan ele alınıp geçerlilikleri tartışılıyor.12
Aradan geçen seneler bu durumu değiştirmek yerine, daha da pekiştirmiştir. Bugün hala cevapsız kalan bir çok soru olmakla beraber, yeni buluşlar, mevcut soruların sayısını arttırmıştır. Ve AIDS hala insanoğlu için gizemini korumaktadır.
HIV hakkında bilinen en önemli şeylerden biri, bu virüsün tüm vücut hücrelerine değil ancak bazılarına girdiğidir. Bunlar arasında da esas hedef, savunma sisteminin en etkin elemanı olan yardımcı T hücreleridir. Bu aslında çok önemli bir noktadır. Girebileceği sayısız hücre çeşidi varken, işine en fazla yarayacak olan savunma sistemi hücrelerini seçmesi insan vücudu için büyük bir yıkımın başlangıcı olur.
Savunma sistemin can damarı olan T hücreleri ele geçirilince geriye beyin takımı gitmiş, düşmanı tanıyamayan bir ordu kalır. Aslında bu çok önemli bir savaş taktiğidir. Çünkü haberleşme ve istihbarat sistemi çökmüş bir ordu, gücünün tamamını yitirmiş sayılır.
AIDS'e yol açan HIV virüsünün parçacıkları (mavi renkte) hastalık oluşturmak üzere diğer bir hücreye hareket etmeden önce, hastalık savunma hücresinde çoğalır. Savunma sistemi başlangıçta bu tür bir yayılmayla başa çıksa bile sonuç olarak virüs tarafından kontrol altına alınır. bunun nedeni ise şu an için kesin olarak bilinmemektedir.
Dahası vücudun ürettiği antikorlar da AIDS virüsüne bir zarar vermezler. AIDS'li hastalarda antikor üretimi devam eder ama öldürücü T hücrelerinin olmamasından dolayı etkileri çok azalır.
Cevaplanamayan sorulardan biri de budur: HIV, odaklanması gereken en iyi hedefi nasıl bilebilir? Çünkü vücuda girdiğinde savunma sisteminin beyninin T hücreleri olduğunu anlayana kadar, zaten mevcut sistem tarafından yok edilecektir. İnsan bedenine daha önceden girip bir istihbarat edinmesi de mümkün olmadığına göre, bu taktiği izlemesi gerektiğini nereden öğrenmiştir?
Bu, virüsün şaşırtıcı marifetlerinin sadece ilk basamağıdır.
İkinci basamakta, hedef olarak belirlediği hücrelere bağlanması gerekecektir. Bu, onun için hiç de zor bir işlem değildir. Çünkü, bu hücrelere anahtarın kilide uyması gibi bağlanır.
Üçüncü basamakta HIV virüsü kendisine hayat verecek mucizevi bir dizi işlemden geçer.
AIDS virüsü (turuncu olan) hücre zarını delerek T hücresine giriyor.
HIV yalnızca bir retrovirüstür. Yani, yapısında genetik materyal olarak yalnızca RNA bulunur, DNA'sı yoktur. Bu retrovirüsün yaşamını devam ettirebilmesi için DNA'ya ihtiyacı vardır ve bunu elde etmek için de oldukça ilginç bir yönteme başvurur. Konuk olduğu hücrenin nükleik asitlerini kullanarak, kendi bünyesinde taşıdığı (geriye doğru anlamına gelen) reverse transkriptaz enzimi ile RNA'sını DNA'ya çevirir. Daha sonra bu DNA'yı içinde bulunduğu hücrenin çekirdeğindeki DNA'ya yerleştirir. Böylece virüsün kalıtım malzemesi, T hücresinin kalıtım malzemesi haline gelmiş olur. Yani hücre çoğaldıkça, beraberindeki virüsler de çoğalır. Artık hücre, virüs için bir fabrika gibi çalışmaya başlamıştır. Ancak olayın kahramanı HIV'in amacı, yalnızca tek hücreyi istila etmek değildir. O, bu kadarla yetinmeyip, tüm vücudu ele geçirmek isteyecektir.
Bu da dördüncü basamaktır: Bir şekilde o ve diğerleri (hücre çoğalırken, kendisini de çoğalttığından, artık birçok HIV virüsü oluşmuştur) bulundukları hücreden çıkıp, sayılarını arttırmak için yeni hücreler istila etmek isterler. Ancak bunun için özel bir çaba sarfetmezler. Çünkü, olayların doğal akışı tam istedikleri biçimde gerçekleşecektir: İstilaya maruz kalan T hücresinin zarı, bir süre sonra basınca dayanamayıp delik deşik olur ve böylece yeni virüsler, hücre dışına çıkarak kendilerini ağırlayacak başka hücreler bulur. Böylelikle virüs, sayısını artırdığı gibi, barındırdığı T hücresini de öldürmüş olur.
Buraya kadar yüksek bir başarı grafiği ile gelen HIV, artık bedeni ele geçirmiştir. En azından, insanlık onu yenecek bir ilaç bulana kadar... Şimdi virüs dilerse uykuya yatıp, senelerce vücutta sesini çıkarmadan yaşar ya da büyük taarruza hemen başlar.
NEDEN ÇÖZÜM BULUNAMADI?
HIV vücuda girdikten sonra günde on milyar kadar virüs üretmektedir. Bir gün gibi kısa süreye sığan bu hızlı üretim işlemi, kuşkusuz şu anki teknolojinin bile başedemeyeceği bir durumdur. Üstelik üretilen basit bir şey de değildir. Burada söz konusu olan, koskoca insan bedenini tamamen ölüme götürebilecek yetenekte, mükemmel bir plan sonucunda hücreyi ele geçiren ve kendi kopyalarını ürettiren bir mikroorganizmadır.
Ayrıca HIV'in yetenekleri bu kadarla da sınırlı kalmaz. Bu virüs, yakalanmamak için, kendini değişik kalıplara sokar. Bu sayede kendisine karşı kullanılan tüm ilaçlar etkisiz kalır. Tıp bugün, virüse aynı anda çok sayıda ilaçla saldırarak, bu direncin bir nebze olsun önüne geçmeyi başarmıştır. Ama, problem kökünden hallolmamış, yalnızca hastaların yaşam süresi biraz daha uzamıştır.
Burada tehlikeyi sezmiş bir virüsün, kendini yenilemesi gerçekten hayret uyandırıcıdır. Bilim adamları, bu taktik karşısında çaresiz kalmıştır.
HIV'in akıl almaz taktikleri yalnızca bunlar değildir. Kandaki yardımcı T hücreleri, tıpkı bir fermuarın dişleri gibi birbirlerine değerek yüzerler. Dolayısıyla HIV, kandaki antikorlara değmemek için bir T hücresinden diğerine atlayarak ilerler. Burada bahsedilen virüs, yalnızca bir mikron büyüklüğünde, DNA'sı bile olmayan hatta canlı olarak bile nitelendirilmeyen bir varlıktır. Bu varlığın, insan bedenini bu kadar iyi tanıyıp onunla başedebilecek sistemler kurması, bunları hata yapmadan eksiksizce uygulaması ve kullanılan tüm silahlardan kendini koruyabilecek şekilde sürekli değişikliğe uğraması, gerçekten hayret uyandırmaktadır. Bu durum, insanoğlunun gözle görülemeyen bir virüs karşısında ne kadar çaresiz kaldığının önemli bir örneğidir.
(alıntı harun yahya insan mucizesi)
12. Bilim ve Teknik Dergisi, Cilt 26, Sayı 309, Ağustos 1993 s. 567