Adalet mulkun temelidir

endLesS

Webmaster
anlamına gelmediğini” söyledi ve Hz. Ömer’in, “Adalet mülkün temelidir” sözünü hatırlattı.

Mahkemeden kovulan padişah
Osmanzade Taib’in Hadikat-üs Selatin isimli eserinde anlatılan, Yıldırım Bayezid dönemine ilişkin ilginç bir hikâye var.
1300’lü yıllar…
Osmanlı tahtında genç padişah Yıldırım Bayezid oturuyor...
Emir Sultan merhum ise, tekmil Osmanlı Devleti'nin “Müftiil enam”ı, yani Yüksek Mahkeme Başkanı.
Bir davada Padişahın mahkemeye gelip şahitlik etmesi gerekiyor.
Padişah geliyor. Şahitlik edeceğini söylüyor. Fakat Emir Sultan merhum, şu gerekçeyle Yıldırım Bayezid’in şahitliğini reddediyor. İmparatorluk Türkçesiyle diyor ki:
“Terk-i cemaat eyledüğün şuyu’ bulmağılen, şahadetün caiz değildür."
İmparatorluk Türkçesini cumhuriyet Türkçesine çevirelim:
“Namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden (aksini ispatlayana kadar) şahitliğini kabul etmiyorum.”
Buna karşılık Padişah’ın tavrı, okul kitaplarımızda, ya da yukarıda adını andığım kitapta iddia edildiği gibi, “Urun kellesini” tarzında değil, çünkü o da adalete inanıyor. Eksikliği gidermek için de hemen tedbir alıyor: “Hünkâr, saray-ı hümayunları pişgâhında bir camii şerif bina idüb evkaat-ı hamsede cemaate müdavemet buyurdular.”
Yani, Yıldırım Padişah, sarayının bahçesinde bir cami yaptırmış (bugünkü Yıldırım Bayezid Camii) ve beş vakit namazını bu camide cemaatle kılmaya başlamış.
Böylece adalet tecelli etmiş.

“Vezaret kemalat ile kaimdir”
Fatih Sultan Mehmed, Mahmut Paşa’yı vezir-i âzamlıktan (başbakanlık) uzaklaştırır.
Bir süre sonra tekrar aynı makama getirince, Mahmud Paşa dayanamaz, Padişahın affına sığınarak, sebebini sorar.
Padişahın cevabı ibret vericidir:
“Arnavutluk’ta Nasuh Bey’in ahaliye zulüm ve gadr ittüğün duyduk. Eğer bundan haberin yoğ ise, memalik ef’alinden (memlekette olup bitenlerden) gaflettesün (habersizsin) dimektür. Haberin var da def’i yolun tutmamış isen, (haberdar olduğun halde tedbir almamışsan) zulme rıza ittün sayılur. Ne gaflet, ne de zulüm ile vezarette muvaffak olunamaz. Vezir olana kemâl (olgunluk-beceriklilik) lâzımdır. Vezarette kemalât olmazsa umran ve imâret de olmaz. Seni anın içün azlettuk. Lâkin senden elyak vezir bulamadığumuzdan tekrar nasb eyledük.”
“Vezarette kemalât”, bugün de şiddetle özlediğimiz hasletlerden değil mi?

Fatih Sultan Mehmed’le Rum mimar İpsilanti Efendi’nin duruşması
Aynı çizgide yürüyen padişahların aynı ölçüyü yönetim tarzı yaptıklarına tarih şahittir. Biz yalnızca birkaç örnek zikretmekle yetineceğiz.
Rivayet olunur ki, Fatih Sultan Mehmed, adını taşıyan camiin inşaatında kullanılacak mermer sütunları kestiren Rum mimarlardan İpsilanti Efendi’ye kızıp elini kestirir.
Bunun üzerine İpsilanti Efendi, ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çelebi’ye başvurur. Haksızlığa uğradığını belirtip, hakkının Padişah’tan alınmasını ister.
Kadı, Padişah’ı çağırtır. Padişah girdiğinde İpsilanti Efendi dâvâcı makamında ayakta durmaktadır. Padişah “maznun” minderine bağdaş kurmak üzereyken, Kadı Efendi kükrer:
“Begüm, hasmınla mürafaai şer’ olunacaksın, (beyim, davacı ile hukuk önünde yüzleşeceksin) ayağa kalk!”
Padişah kalkar. Kendisini savunması istenince hata ettiğini belirtir. Kadı Efendi “Kısasa kısas” hükmünü verir: Hüküm gereğince Padişahın da eli kesilecektir.
Dinleyenler dehşetten ve hayretten dona kalmışlardır. Padişah boyun bükmüş, hükme rıza göstermiştir. Durum o kadar alışılmışın dışındadır ki, İpsilanti Efendi’nin eli, ayağı titremeye başlamıştır. Aklı başına gelir gibi olunca kendisini Padişahın ayaklarına atar.
“Dâvâmdan vazgeçtim. İslâm adâletinin büyüklüğü karşısında küçüldüm. Böyle bir cihangirin elini kestirip kıyamete kadar lânetlenmeyi göze alamam.”
Fatih’in eli kesilmekten kurtulur. Ama tazminat ödemeye mahkûm olur. Kestirdiği elin diyetini şahsî gelirinden öder. Ayrıca bir de ev verir.
Mahkeme sona erip herkes çıktıktan sonra, Padişah, Kadıya döner:
“Bak a Hızır Çelebi, bu padişahtır deyu iltimas eyleseydin, şer’i şerife mugayır hüküm verseydin şu kılıçla başını koparırdım.”
Kadı Hızır Çelebi minderini kaldırır, minderin altında duran demir topuzu Padişaha gösterir:
“Siz de padişahlığınıza mağruren hükmü tanımasaydınız billahi bu topuzla başınızı ezerdim.” (Bu vukuat “Evliya Çelebi Seyahatnâmesi”nin Millet Kütüphanesindeki Emiri koleksiyonunda bulunan yazma nüshanın birinci cildinin 36. sayfasında detaylı biçimde, ayrıca Abdurrahman Adil’in “Hâdisat-ı Hukukiyye” isimli eserinin 1923’te yayınlanan 12. cüzünün 185-186. sayfalarında özet olarak mevcuttur)
İkinci örnek yine Fatih’den: Macar milli kahramanı Jan Hunyad’ın (Hunyadi-Janos), Sırbistan’ı işgal edip bütün Ortodoks kiliselerini yıkacağını söylemesi üzerine büyük bir korkuya kapılan Sırplı yöneticiler Fatih Sultan Mehmed’e bir heyet gönderdiler. Heyet, Fatih’e şu teklifte bulundu:
“Hunyad bizi ve inancımızı yok etmek istiyor, lütfen ülkemizi siz feth edin, bizi Hunyad’ın zulmünden kurtarın.”
Fatih “Tamam” dedi. Ancak heyetin içinde az da olsa bir endişe kalmıştı. Heyet Başkanı bunu Padişah’a açtı: “Gerçi adaletinizden ve müsamahanızdan eminiz, ancak kiliselerimizi yıkmayacağınızı ağzınızdan duyarsak, daha mutlu döneceğiz.”
Fatih Sultan Mehmed, şu mealde cümlelerle Sırp önderleri rahatlattı:
“İnşallah Sırbistan’a hakim olduğumuzda, camiler yaptıracağız, ancak kiliselerinize dokunmayacağız. Siz nerede bir cami görürseniz yanına kilise yaptırabilirsiniz. Hatta duvarını bitiştirebilirsiniz de... Bizim dinimiz işte böyle bir dindir.” (İ. Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, c. 1, s.501-502, İstanbul 1979, Tercüman Yayınları)

Kanuni ve Hüsrev Paşa
Kanuni dönemi Osmanlı…
Hüsrev Paşa, Mısır Beylerbeyi’dir. Mısır Eyaleti’nin vergilerini toplayıp İstanbul'a gönderir. O yıl gelen verginin geçen yıllardan daha fazla olduğunu gören Padişah, Mısır’a hemen müfettişler gönderir:
“Bakın ki, bu paralar ahaliye baskı yapılarak mı toplanmıştır?” (Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın kulakları çınlasın)
Müfettişler Mısır’a gidip aylarca araştırır, soruştururlar; nihayet vergi artışının zorlamayla değil, yeni sulama kanallarının açılması sonucu sulanan arazinin fazla ürün vermesiyle sağlandığına kani olurlar ve kanaatlerini Padişah’a arz ederler.
Buna rağmen Kanuni, Mısır’dan gelen vergi fazlasını yol, liman, sulama kanalı inşaatlarında kullanılmak üzere Mısır’a iade eder. Hassas yüreği buna rağmen tatmin olmamış olacak ki, Hüsrev Paşa’yı Mısır Beylerbeyliği görevinden alır, yerine Hadîm (hizmetkâr anlamında) Süleyman Paşa’yı tayin eder.
Nasıl bir adalet anlayışı ise, zulmün kendisi değil, sadece ihtimali bile beylerbeyi değiştirtmiştir.

“Haram yiyen harami olur”
Tarihçi Aşık Paşazade anlatılıyor…
Sultan İkinci Murad’a, artan savaş masraflarını karşılamak üzere, âcil para lâzım olmuş. Çandarlı Halil Paşa’yı huzuruna çağırtmış. Varlıklı büyük bir aileden gelen Çandarlı’nın elinde büyükçe bir meblâğ olduğunu biliyormuş. Borç istemiş.
“Sefer masarifati içün akçe gerektür, vadesi geldükte iade etmek şartıyla bir miktar akçe viresun.” (Savaşa para lazım, belirli bir vade ile senden ödünç para istiyorum)
Çandarlı Halil Paşa: “Tedarük içün biraz mühlet lâzım, kangi miktar virebileceksem bugün, yarun arz iderum.” (Parayı toparlamak için biraz zaman lâzım, toparlar toparlamaz gelir verebileceğim kadarını veririm)
Fazlullah Paşa, Padişah’ın borç istediği haberini nasılsa duymuş. Duyar duymaz da huzura koşmuş: “Kul kısmından borç alınmaz!” diye âdeta çıkışmış Padişah’a, “Şevketlü Hünkârım, padişahlar borç almazlar.”
“Lâzım oldukta başkaca çare kalır mi ki, vezirum?”
“Padişahlara hazine gerektür Hünkârım! Müsaade buyrulursa size hazine toplayalum.”
Sultan İkinci Murad sakin sakin sormuş: “Nasıl toplayacaksun ey benum vezirum?”
Fazlullah Paşa cevap vermiş: “Ahali (halk) sayenüzde zengincedur, malları-mülkleri çokçadur. Bir yolunu bulup ellerunden almak münasiptur. Böylece hazine tedariki yapmış oluruz. Leşker gazadan geru kalmaz.” (Halk zenginleşti, bir şekilde servetlerini ellerinden alıp devlete geçirelim)
Sultan İkinci Murad öfkeyle yerinden fırlamış:
“Bre Fazlullah!..” diye gürlemiş, “Bu nasıl söz söylemektur? Bilmez misun kim bizum mülkümüzde üç helâl lokma var: Bunlardan birincisi madenlerumuzdur, ikincisi vergilerdur, üçüncüsü harp ganimetleridur. Bizum leşkerumuz gaziler leşkeridur kim kursaklaruna haram lokma girmez. Şol padişah kim leşkerine haram lokma yedurur, ol leşker harami olur. Haraminin sebati yoktur. Bir küçük zorluk gördükte firara kadem basar. Biz leşkerumuze haram lokma yedurmezuz. Söyledüklerun duymaz olam.” (Öyle şey olmaz! Devletin helal geliri madenler, vergiler, bir de fethedilen bölgelerden elde edilen zenginliklerdir. Bunların dışındaki gelir helal olmaz. Bizim ordumuz gaziler ordusudur, ordumuza asla haram lokma yedirmeyiz. Çünkü haram yiyen ordu haramî, yani eşkiya olur. Eşkiya yüreksizdir. Zorluk görür görmez kaçar. Sözlerini duymamış olayım)
İşte böyle: Osmanlı Padişahı ile vatandaşı, aynı duyarlılık içinde hayatın “helal” ile çerçevelenmesine dikkat ederlerdi. “Haram yiyen haramî olur” anlayışıyla “Haram”a yaklaşmazlardı. Belki bu yüzden hayatlarında kriz olmaz, darlık olmaz, geçim sıkıntısı olmazdı.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst