Silencio
Kayıtlı Üye
Andrei Rublev (1966)
Sinema tarihinin en büyük başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Andrey Tarkovski imzalı Andrei Rublev, 15inci yüzyılın başlarında yaşamış ressam ve daha sonra aziz olarak kabul edilecek Andrey Rublevin hayatının çeyrek asrına göz atıyor. Uzun plan sekansları, tabloları andıran ve hatta onlara ilham veren görüntüleri, her defasında farklı anlamlar çıkarılan replikleri ve siyah beyaz örgüsüyle yönetmenin filmografisinin mihenk taşı olan bu eser, her biri sinema tarihine bir şekilde mal olmuş sekiz ayrı bölümden oluşmaktadır. Rublev ve Kirill isimlerinde iki keşişin, uzaklardaki bir kilisenin duvarına ikon çizmek üzere yola çıkmalarıyla başlayan hikaye, arkadaşlar arasına haset düşmesi sonucu şekillenerek zaman zaman metaforik, bazen de romantik bir anlatımla seyircinin ruhuna işler. Balonla uçma ve kilise çanının yapılış sekanslarıyla büyüleyen filmde Tarkovskinin diğer eserlerinde de kullandığı bir takım imgeleri oldukça rahat bir şekilde gözlemleriz. Şiddet olgusunun birbirine zıt açılardan işlendiği Andrei Rublev, hiç şüphe yok ki sıradan bir insanın hayatı üzerinden yapılmış ve yapılabilecek en etkileyici sosyal eleştiri ve gözlemdir.
Burak Hazine
Gandhi (1982)
Sömürgeciliğe, emperyalizme karşı durmak ve kan akıtmadan kazanmak dendiğinde akla gelen belki de ilk isim Gandhi 20 yüzyıla Uğrunda ölmeyi göze alacağım birçok dava var ama uğrunda öldüreceğim hiçbir dava yoktur. sözünün hakkını veren duruşuyla, pasif direniş eylemiyle adını yazdıran Gandhi, bugün de herkes tarafından sevilen ve hayatı en çok ilgi çeken kişi.
Richard Attenboroughun yönetmenliğini yaptığı 1982 yapımı filmde Ben Kingsley, Daniel Day Lewis, Martin Sheen, Candice Bergen gibi usta oyuncular oynuyor. Filmde Gandhiyi canlandıran Ben Kingsley, tarih boyu unutulmayacak bir oyunculukla hafızalara kazınıyor. En iyi biyografik filmlerden biri kabul edilen 3 saatlik film 11 dalda aday gösterildiği Oscar ödüllerinden en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu başta olmak üzere 8 dalda ödül kazanıyor. Ayrıca filmin dünya çapında birçok ödül töreninden 30un üzerinde ödülü bulunuyor. Gandhinin 40 yılını, her türlü zulme karşı mücadelesini, yaşadığı zorluklara rağmen asla barışçıl yaklaşımından taviz vermeyen duruşunu anlatan film, bugün de, bundan yıllar sonra da özgürlükleri için mücadele edenlere ilham kaynağı olacağa benziyor.
Kübra Çağlayan
Amadeus (1984)
Adı sonsuza kadar yaşayacak, dünya son bulana kadar unutulmayacak kişiler varsa Wolfgang Amadeus Mozart onlardan biri, belki de listenin en başındaki kişi olmalı. İlk konçertosunu 4 yaşında, ilk senfonisi 7 yaşında, tüm bir operayı 12 yaşında bestelemiş 35 senelik kısa ömrüne 623 eser sığdırmış Mozart bir dahi, bir aykırı, bir ölümsüz. Mozart, Antonio Salierinin tanıştıktan sonra Gördüğüm Mozart değil, Tanrının kendisiydi. diye anlattığı kişi
Mozartın hayatını, kendisine hayranlık duyan ve yaşadıkları dönem boyunca kendisine rakip olarak gören meslektaşı Salieriinin dilinden anlatan film kesinlikle bir klasik. Film Mozartın sadece müzik ile dolu yaşamını değil, nasıl ürettiğini, üretim sürecindeki sancılarını, topluma aykırı kişiliğini, aynı zamanda yaşamını idame ettirmek için çektiği bin bir zorluğu anlatıyor. 1984 yılında Milos Forman tarafından çekilen, 8 Oscar ve dünyanın birçok ülkesinden de sayısız ödül kazanan filmde Mozartın hayatı ile ilgili anlatılan bazı detaylar ve Antonio Salierinin Mozartı öldürdüğü iddiası tarihsel kaynaklar tarafından doğrulanmasa da, film, Mozartı canlandıran Tom Hulceun ve Salieriyi canlandıran F. Murray Abrahamın müthiş oyunculuğu için bile izlemeye değer.
Kübra Çağlayan
The Doors (1991)
Nasıl William Blakein Eğer algının kapıları temizlenseydi, her şey insana olduğu gibi sonsuz görünürdü sözü tüm zamanların en büyük grubu The Doorsa ilham kaynağı olduysa, bu müzik grubu ve onun fenomen yıldızı Jim Morrison da Oliver Stonea tüm zamanların en iyi müzik filmlerinden birini yapma fırsatını verdi. 1991 tarihli The Doors, grubun öyküsünü sadece kronolojik açıdan ele almıyor. Sinemanın algı kapılarını temizleyerek izleyiciye de benzersiz bir görsel-işitsel deneyim yaşatıyor. Çocukken gördüğü trafik kazasında ölen bir Amerikan yerlisinin ruhunun kendi bedenine geçtiğine inanan Morrisonın şaman inancı, 60ların sonundaki gençlik hareketleri, pop sanatı ve bunun tam karşısında duran devlet otoritesi ile deniz aşırı savaşlar arasındaki gerilim, Stoneun yarattığı benzersiz 60lar atmosferi içerisinde hiç olmadığı kadar gerçek ve hayalin ince çizgisinde salınıyor.
Val Kilmerın rock müziğin Kertenkele Kralını muazzam bir performansla canlandırdığı film gerçeküstücü havasıyla Jim Morrisonın kişiliğine ve inandığı değerlere saygıda kusur etmiyor. Morrison yazdığı sözlerle sonsuzluğun bir parçası olmak istiyordu, hayranları ise sadece onunla birlikte olmak. Film ise iki bakış açısının başarılı bir birleşimi: Aşırılıklarla dolu ve bir o kadar da tutkulu bir aşık olan Jim Morrison. The Doorsun müziği hiç unutulmadı ama film ilginç bir şekilde zamana yenik düştü.
Batu Anadolu
Schindlerin Listesi (1993)
Alman işadamı Oskar Schindlerin, fabrikasında çalışacak Yahudi işçilerden oluşturduğu liste, bir nevi 2. Dünya Savaşında kimin yaşayıp kimin öleceğinin belirlendiği bir liste olarak kayıtlara geçiyor. Nazilerin uygulamış olduğu soykırımdan 1200 Polonya Yahudisinin kurtuluş hikâyesini konu alan film, itibar edenler için IMDBnin oluşturduğu listede en iyi biyografi filmi olarak öne çıkıyor. Aldığı BAFTA, Altın Küre, Grammy ödüllerinin yanı sıra Akademinin de tam 7 dalda ödüle layık gördüğünü belirtmeden geçmeyeyim. Birçok sinefilin listesinde Spielbergün incisi olarak arşivlenen filmin hafızalardan silinmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Sinematografisiyle büyüleyen siyah beyaz filmde gördüğümüz tek renk; küçük bir kız çocuğunun montuna ait Filme rengini veren rahatsız edici bir kan kırmızısı. Sadece filmdeki dramın değil; 2. Dünya Savaşının ve hatta insanlık tarihinin bütün savaşlarının acısı sadece malum sekansa bile öyle bir sığdırılıyor ki savaş naraları atmak imkânsız hâle geliyor. Sınırda savaş muhabbetlerinin döndüğü bu günlerde, savaş çığırtkanları için özellikle tavsiye ediyorum. İzleyin ve tahammül edin. Kim, ne sebeple karşı karşıya gelirse gelsin savaşın bir cinayet olduğu gerçeği daha vurucu anlatılamazdı.
Özge Yağmur
Piyanist (2002)
2. Dünya Savaşı sırasında Almanların Polonyaya saldırması esnasında Varşovadan kaçabilmiş Yahudi asıllı besteci ve piyanist Wladyslaw Szpilmanın soykırımdan kurtuluş hikâyesi Yani, daha önce sinema tarihinde onlarca örneğini gördüğümüz ırkçılık ve soykırım temalı bir film daha mı diye sormamıza oldukça müsait. Ama bu listeye girmesinin göz ardı edilemeyecek sebepleri var elbette. Müzikleri, kadrosu ve sinematografisiyle dinamik bir yapıda olan film, Polonskinin en önemli filmlerinden biri. Üstelik kurgu-drama olmaması bir yana, oldukça sarsıcı bir trajedi.
Böylesine ırkçılığa karşı duran filmlere Yahudi filmi bu ya!?, Hep aynı konular , Bizim tarihimiz daha iyi film olur. vs cümleleriyle yaklaşan insanların, şans verirlerse, tabusunu yıkabilecek güçte. Ve Schindlers List kadar süresi uzun bir film de değil; ikisi arasında yapılacak bir kıyaslamada Pianistin daha akıcı bir üslubu olduğunu da söyleyebilirim. Savaş görüntülerine klasik müziğin eşlik ettiği sekanslarda sanatın savaştan daha üstün olduğu bir dünya dileniyor âdeta. Genel olarak etkileyici bir anlatım dili hâkim ve bu oldukça ön planda ama filmi asıl etkileyici kılan Adrian Brodynin performansı bana kalırsa. Cast olarak o kadar doğru bir seçim ki, acıyı yüzünde bu kadar iyi tarif edebilecek başka bir oyuncu düşünemiyorum. Kısacası, ırkçı fikirlerle doğası bozulmamış insanların kaçırmaması gereken, replikleriyle akıllara kazınacak bu filmi özellikle üşüyen herkes izlemeli.
Özge Yağmur
Düşler Ülkesi (2004)
Sayısız kez sinemaya uyarlanan Peter Panin yanı sıra bu ölümsüz eserin yaratıcısı J.M. Barrienin hayatı da Düşler Ülkesi (Finding Neverland) ile beyazperdede kendisine yer bulmuştur. En son Dünyalar Savaşı Z ile adını daha geniş kitlelere duyuran Marc Fosterın yönettiği filmin oyuncu kadrosu da Barrienin adına yakışır şekilde ünlü isimlerden kurulu. Barrieyi genelde sıra dışı roller de görmeye alışık olduğumuz Johnny Depp canlandırırken kendisine Kate Winslet eşlik ediyor.
Film, yazdığı son oyunun aldığı tepkilerden memnun olmayan Barrienin, yeni arayışlar içindeyken tanıştığı bir aileden ilham alarak Peter Pani yazma sürecini konu alıyor. Masalsı anlatımıyla Bir yazar, ölümsüz bir eseri nasıl yaratır? sorusuna cevap niteliği de taşıyan film, duygu yüklü bir dram olmasına rağmen yüzde gülücüklerin oluşmasına yol açan bir etkiye sahip.
Utku Ögetürk
Göklerin Hakimi (2004)
Teksasta her şey biraz daha büyüktür sözü belki de Teksaslı bir milyarder olan Howard Hughesü ifade etmek için en iyi tercih olabilir. Henüz on dokuzunda ailesinin ölümüyle büyük bir servetin tek varisi olan Hughes, petrol sondajından elde ettiği geliri iki büyük tutkusu için harcamaktan geri kalmadı: Sinema ve havacılık. Usta yönetmen Martin Scorsese ise bu ilginç karakterin tüm görkemini kendi sinema görkemiyle bir araya getirmekten çekinmiyor.
Göklerin Hakimi biyografik bir film olmasına karşın bir büyüme ya da olgunlaşma hikayesi değil. Tam tersine hep çocuk kalan; annesinin telkinlerini takıntı haline getirmiş, yaldızlı paketler içindeki hediyeler gibi gösterişli filmlere, uçaklara tutkuyla bağlı bir adamın hikayesi. En son Hugo ile Meliese saygıda kusur etmeyen Scorsese, bu sefer Hollywoodun ilk milyon dolarlık filmini çeken (Hells Angels), cinsellik tabularını yıkan ve stüdyolara kafa tutarken bu sanatın en büyük isimlerinden biri olan Howard Hawksı takdim eden Hughesa olan hayranlığını gizleyemiyor. Öyle ki karakterin kişilik bozukluğunu bile onun lehine çeviren, seni öldürmeyen şey güçlü kılar düsturunu benimseyen bir anlayış sergiliyor.
Göklerin Hakimi zamanında beğeniyle karşılansa da usta yönetmenin, görkemli dönem filmi yapısına sırtını dayadığını düşünenler az değildi. Ama en azından Leonardo Di Caprionun çarpıcı performansı, oyuncunun kariyeri için önemli bir kilometre taşı.
Batu Anadolu
Kraliçe (2006)
Günümüzde belgesel filmler bile yapan ve izleyen kişinin algılarına göre şekillenirken, belgeseli ve kurmacayı bir araya getiren biyografik filmlerin iki yöne de çekilmesi mümkün. Ama bazıları var ki ikisi arasındaki dengeyi sağlarken etkileyici olmayı başarabiliyorlar.
Usta sinemacı Stephan Frearsın filmi Kraliçe (The Queen) onlardan biri. Prenses Diananın ölümünden cenazesine kadar geçen bir haftayı kraliyet ailesinin ve özellikle Kraliçe Elizabethin bakış açısından ele alırken, çizdiği soğuk ve sert kraliçe imajını müthiş bir hümanizm ile birleştiriyor. Kuşaklararası farklılıkların, değişen politikaların ve yetiştirilme tarzlarının karşıtlığını dramatize etmek yerine insancıl portreler sunarak tercihleri ve duyguları yargılamaktan kaçınıyor. İnsan ilişkilerinde belli bir mesafeyi koruyan kraliyet ailesi ile insancıl, halka dair olanı temsil eden Diananın zıtlığı, mekan kullanımına da yansıyor. Olaylar esnasında boş kalan Buckingham Sarayının içi kraliyeti tehdit ederken sarayın dışı İngiliz halkını, kraliçenin inzivaya çekildiği Balmoral ise Arafı temsil ediyor.
Filmin başarısında ana etkenlerden en büyüğü Helen Mirrenin mükemmel performansı. Daha sonra iki kez daha Tony Blairi canlandıracak olan Michael Sheen ile birlikte karşılıklı çok az görünseler de yarattıkları sinerji inanılmaz.
Kraliçe, geleneksel ile modern arasında yolunu bulmaya çalışan İngiliz halkına uzlaşma umudu veriyor. Kişisel bir hikaye tarzını benimseyeceğini düşündüğüm Diananın kraliyet ile halk arasındaki tezatlıkla ilgili neler söyleyeceği ise merak konusu.
Batu Anadolu
Kelebek ve Dalgıç (2007)
Ünlü magazin dergisi Ellede editörlük yapan Jean-Dominique Baubynin gerçek hayatını konu alan film, yönetmeninin tüm olayı felç geçiren Jean Donun gözlerinden anlatması sebebiyle Kelebek ve Dalgıçı sıradan bir film olmaktan alıyor, izleyicinin Jean Donun bedeninde hayat bulmasını sağlıyor.
İmrenilecek bir hayata sahip olan Jean Donun yaşantısının nasıl bir felakete sürüklendiğini çarpıcı bir anlatıyla betimleyen bu biyografik film aynı zamanda bir mucizenin beyazperdeye taşınma hikayesi olarak da görülebilir. Film başarısını her ne kadar yönetmenin dehasından alıyor olsa da oyunculukların da son derece başarılı olduğunu atlamamak gerekiyor. Sadece gerçek bir olaya dayanması sebebiyle değil, gücünü seyircinin acıma duygusundan alan filmlerin başvurduğu klasik yöntemlerin dışına çıkarak, kolay yola sapmadan derin bir etki bırakması sebebiyle türünün en iyi örneklerinden biridir.
Utku Ögetürk
Kaldırım Serçesi (2007)
İnsanoğlunun en temel dürtülerindendir beğenmek ve beğenilmek. Kişi beğenildiğinden çok, beğenir başkalarını. Bu kişi hemcinsimiz de olabilir, karşı cinste. Sporcu da olabilir, oyuncu da, şarkıcı da, ressam da. Bazı beğendiklerimiz hakkında ayrıntı boyutunda bilgi sahibi olduğumuz halde, bir çoğunu derinine inemeden beğenip, takdir edip, saygı duyuyoruz.
Edith Piafla tanışmam üniversitenin ilk yılında Yann Samuelin yönettiği Jeux denfants filmi ile olmuştur. La vie en rose şarkısının farklı versiyonlarını barındıran film, ünlü Fransız şarkıcının yanı sıra Marion Cottilard ile tanışmama da vesile olmuştur.
Kaldırım köşelerinde şarkı söyleyerek geçinmeye çalışan minik bir serçe Edithin, nasıl dünya çapında bir yıldıza dönüştüğünü gösteriyor bize Kaldırım Serçesi. Ünlü şarkıcının inişli-çıkışlı hayatı, müzikal kariyerindeki başarılar ve ilerleyen yaşlarında çektiği sağlık problemleri, yönetmen Olivier Dahanın kurgusuyla o kadar güzel yansıtılmış ki perdeye, sinemanın riskli kulvarlarından biyografinin hakkının teslim edilerek yapıldığı bir film görmek kendi adıma oldukça sevindirici.
Filmin kuşkusuz en üzerinde durulması gereken noktası ise, filmdeki rolünden sonraki dönemde tipik Fransız kadınının uluslararası areneda bir kez daha popüler olmasını sağlayan Marion Cottilard. Biraz daha zorlasa Piafın çocukluğunu bile oynayacak olan Cottilard, ünlü müzisyenin gençliğini, yetişkinliğini ve yaşlılığını o kadar güzel canlandırmış ki Oscar, Altın Küre ve Baftadan gelen en iyi kadın oyuncu ödülleri bile performansının yanında küçük kalıyor.
Kaldırım Serçesi her yönüyle beklentileri karşılamış, hem Edith Piafa karşı hem de sinema kültürüne karşı sorumluluklarını çok güzel yerine getirmiş bir film.
Nuri Şimşek
Milk (2008)
1970li yıllarda eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra Kaliforniya eyaletinde belediye meclisine seçilen Harvey Milk birçok anlamda ilkleri temsil ediyordu. Söz konusu böyle marjinal bir karakter olunca yönetmen ve oyuncuların da aynı kalibrede olması beklentisi doğuyor. Yönetmen koltuğundan Gus Van Santı görmek, başrolde Sean Penni izlemek sanırım yeterince tatmin edici. James Franco, Emile Hirsch gibi isimler de bonus olarak yanında. En İyi Orijinal Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerine sahip film biyografiler arasında sıra dışı konusu ve oyunculuklarıyla kişisel listem de bir adım öndedir. Cesur bir adamın attığı adımlara şahit olmak isterseniz bu filmi kaçırmamanızı öneririm.
Ayça Ögetürk
Lanet Takım (2009)
Koca kafa lakaplı Brian Howard Clough İngiliz futbol tarihinin en önemli belki de en asi teknik adamı
Bir teknik adamın hayatının filme çekilmesi çok alışageldik bir durum değil. Üstelik onca başarılara rağmen hayatının belki de en başarısız geçen döneminin bir filme konu edilmesi bir o kadar enteresan. Ancak Lanet Takım (The Damned United) filmine konu olan Brian Clough da futbol tarihi için kesinlikle alışageldik bir isim değil.
Ünlü spor adamının yalnızca 44 gün süren Leeds United kariyerini anlatan Lanet Takım, yarattığı sahici atmosferle spor filmleri açısından da örnek teşkil edebilecek bir yapıya sahip. Micheal Sheenin kariyerinin en iyi işlerinden birine imza attığı, bir adım daha ileri giderek oyunculuk resitali sunduğu film, sadece spor tutkunlarının değil tüm sinemaseverlerin şans vermesi gereken güzide biyografi örneklerinden. Özellikle de alternatif arayanlar
Utku Ögetürk
Marilynle Bir Hafta (2011)
Biyografi, türler arasında şüphesiz en tartışmalı olan türdür. Gerçeği ne kadar yansıtıyor, gerçeğe ne kadar bağlı kalındı, anlatılanlar gerçekten yaşandı mı gibi ardı arkası kesilmeyen sorular Yönetmenlerse çoğu zaman çıkış yolunu insani duygularda bulur. Hollywood söz konusu biyografi olunca genellikle ünlü ve sansasyonel isimlerin hayatlarını uyarlamayı tercih ediyor. Marilyn Monroe kendi bağrından çıkardığı en sansasyonel ve ve ünlü isimlerden biridir. 2011 yılında yönetmen Simon Curtis, Colin Clarkın Marilynle bir dönem yaşadıklarını konu alan kitabından uyarladığı filmde Marilyni bir başkasının gözünden anlatıyor. Böylelikle de aslında eleştirilere baştan gardını almış oluyordu. Marilyn rolünde izlediğimiz Michelle Williamsa Oscar adaylığı da getiren film, oyuncunun hayatına yüzeysel bir bakış atsa da yaşadığı gelgitleri, ruhsal bunalımları ve içsel yalnızlığını başarıyla dile getiren bir biyografik filmdir.
Ayça Ögetürk
Lincoln (2012)
Uzun yıllar boyunca hayalini kurduğu Abraham Lincoln biyografisi için en sonunda Daniel Day-Lewisi ikna eden Steven Spielberg, bir süredir sinema ahalisini memnun edemeyişinin ardından adeta küllerinden doğarcasına yarattı 2 Oscar ödüllü Lincolnı. ABDnin 16ncı başkanının ülkede bir nevi devrim niteliği taşıyan eylemlerini konu alan film, dönemin Kuzey ve Güney arasında yaşanan iç savaşına ve köleliği kaldıran meşhur 13üncü anayasa değişikliğine odaklanarak söz konusu efsane ismin yaşamının son dönemlerine odaklanıyor. Day-Lewisin yoğun makyaj altında sergilediği metot oyunculuğuna başarılı yan karakterlerin katılması ve harikulade bir sanat yönetimi ile o dönemin olabilecek en estetik şekilde yansıtılması sonucu Lincoln çoktan başarılı biyografiler klasmanına adını yazdırmış durumda. Kendinden emin, ileri görüşlü bir devlet adamını ve ailesine düşkün bir babayı anlatan senaryoda kahraman-Amerikan-insanı portresinin çizildiği atmosferi yoğun olarak hissedilse de Lincolnın politik bir figürden ziyade sıradan bir insan gibi resmedilmeye çalışılması filmin karakter bazındaki küçük açıklıklarını kapatıyor. Dünya tarihini kökten değiştiren devlet adamlarından biri olan Abraham Lincolnın vampirleri avladığı filmleri düşündüğümüzde Spielberge bir kez daha şükranlarımızı sunmaktan başka çaremiz kalmıyor.
Burak Hazine