tassavvuf

canber

Kayıtlı Üye
İNSANDA LETÂİF & TASAVVUFTAKİ LETÂİF DERSLERİ

Yorum #1

Letaif ; Arabça ‘Latife’ kelimesinin çoğulu olup “Latifeler” anlamındadır. Latife insan vücuduna yerleştirilmiş manevi, nuranî cevherlere verilen isimdir.
Gizli, sırlı ve iç bünyede saklı cevherler olan Letâif, baş gözüyle görülmezler, ancak gördükleri vazifelerden varlıkları anlaşılır. İnsanın aslı bunlardır. Bu cevherler mümin-kafir her insanda mevcuttur. Kâmil mürşidler bu cevherleri ilim, tecrübe ve müşahede ile tanıyıp yerlerini ve görevlerini tespit etmişlerdir.
Latife, Kur’an-ı Kerim kaynaklı insanın psikospiritüel duyuüstü melekelerinden her biridir. Geleneksel Çin tıbbında akupunktur meridyenleri veya şakraları andırır.
Cenab-ı Hakk (c.c) insanı on asıl şeyden yaratmıştır. Beşi mahlukat alemi denilen hâlk alemindendir. Bunlar toprak, su, hava, ateş ve nefstir. Bunların başkanı ve hakimi nefstir.
Âlem-i emrden olan letâif, rûhani ve nûrani, âlem-i halktan olan letâif ise cismâni ve zulmânidir.
Bir mü’minin nefsi, yedi sıfatında terakki edebilmesi için vücûdunun müştemil bulunduğu letâif-i seb’a denilen letâifin de; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye görmesi lazımdır.
O yedi sıfat da: Kalp, Sır, Ruh, Hafi, Ahfa ve Nefs-i natıka ile tüm bedendir. İnsanı diğer canlılardan ayıran fark âlem-i emrden olan rûhâni ve nûrani letâif-i hamse (letaifden beş tanesi) kalb, ruh, sır, hafi, ahfa âlem-i emrdendir. His, hayal, yön ve mekanla sınırlanmayan, mesafe ve maddesi olmayan, Allah’ın ‘ol’ emri ve iradesinin tecelli etmesiyle yaratılan şeylerden oluşan Âlem-i emr(=emir alemi)’den olan letâif, rûhani ve nûranidir.
Nefs ile cesedin ihtiva ettiği anâsır-ı erbaa (=Dört Unsur) –ki ateş, hava, su ve toprak- da Ölçü ve hesap ile bilinebilen, gözle görülen ve incelenebilen cisimlerden oluşan âlem-i halktandır. Halk aleminden olan letâif cismâni ve zulmânidir.
Diğer beş unsur ise, asılları alem-i emirden olan insani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfadır. Bunların başkanı ve hakimi kalptir.
Allah, kudreti ve hikmetiyle aşk yoluyla her iki alemin latifelerinin aralarını birleştirmiş ve kaynaştırmıştır. Öyle ki bunlar birbirinden ayrılmak istemezler. Bu aşktan dolayı hâlk aleminin latifeleri emir aleminin latifelerini hükmü altına almıştır.
LETAİFİN VÜCUDDA YERLEŞİM YERLERİ:

1. Kalb, sol memenin dört parmak altındadır. İlahi huzur ve tecelliyat mahâllidir.
2. Ruh, sağ memenin dört parmak altındadır. İlahi aşk ve muhabbet mahâllidir.
3. Sır, sol memenin iki parmak üstündedir. İlahi marifet mahâllidir.
4. Hafi, sağ memenin iki parmak üstündedir. ilahi tecelli ve nurlar içinde kaybolma mahallidir. Buna istiğrak denir.
5. Ahfa, göğüs kafesinin üst ucundan yani gırtlak çukurundan iki parmak kadar aşağıdır. İlâhî sır mahallidir. Gizli ilimler ve tecelliler merkezidir. Burada elde edilen duruma izmihlal denir.
6. Nefs-i natıka (külli) latifesinin yeri iki kaşın ortasıdır.
7. Nefs-i Külli ( Tüm Beden ) : Sultani Zikir Makamı.

Kalb bütün latifelerin merkezi olup “Ruh”un sarayıdır. Ruh kalbde egemen olunca, bedeni “Ruh”un emirlerine göre yönetir; ruh vasıtasıyla aldığı ilâhi feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Kalbde yakîn nûru parlamaya başlayınca dünya hayatı fâni ve değersiz görünür. Çünkü kalb, marifetullah nûrunun parlayacağı yegâne mahaldir ki, iman güneşi o burçtan doğar. Bütün ilâhi sırlar orada gizlidir. Kalbde o hakiki, lâhutî güneşin doğmasıyla bu yüksek tecellinin nurlu eserleri insanın bütün azalarında zâhir olur. O zaman kulluk vazifelerini; derin ve derûni bir zevk ve neş’e içinde seve seve îfa eder. Kalbin salahının cesede sirayetini Buhari’deki şu Hadis-i Şerif izah etmektedir: “Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır ki, o et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzalar sağlam olur. Eğer o fasid olursa bütün cesedi bozulur. O et parçası kalptir.”
Terbiye olmamış nefs, devamlı kötülüğü emreden sıfatıyla kalbi tamamen hükmü altına aldığı zaman, kalbden Allah için hiç bir hayırlı amel çıkmaz. Bu durumda ruh da, nefsin arzularına bağımlı hâle gelir. Artık kalb ve ruh asli vazifelerinden uzaklaşmış ve ölmüşçesine gaflete düşmüş olurlar. Bu hâl kalbin perdelenmesi ve günahlarla kararmasıdır.
İnsanın bu durumdan kurtulması için çok ciddi bir tedaviye ihtiyacı vardır. Bu tedavinin en güzel ve en kolay yolu bir mürşid-i kâmilin elinden tövbe alıp, kendisine intisap edip manevi terbiyeden geçmektir.
Mürşid-i kâmil, kendisine intisap eden müride önce güzel bir tövbe yaptırır. Sonra zikir telkin eder. Letaifleri hakiki vazifelerine döndürmek gevşemeyi gidermek için onların zikir nurları ile aydınlanması, temizlenmesi ve beslenmesi gerekir.
ZİKİR VE LETAİF
Zikrin nuru ilk olarak kalbe, sonraları diğer letaife sirayet eder. Zikre devam edildiğinde kalpten Allah’ın sevmediği ve razı olmadığı düşünceler silinip gider. Zikir kalbe iyice yerleşince her hâlde zikretme hâline geçer, böylece gaflet yok olur. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir, insanda Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ahlak ve sıfatlar oluşur.
Vücuttaki su unsurunun nefsin kötü sıfatlarından birisi olan nifak özelliği ile irtibatlıdır. Suda, bulunduğu kabın şeklini ve rengini alma özelliği ve bulunduğu şartlara göre değişme sıfatı vardır. Bu sıfat, insana münafıklık olarak yansır ve iki yüzlülük meydana gelir. Ancak bu sıfat, mürşid-i kâmilin terbiye, himmet ve tasarrufu ile alçakgönüllü olmaya dönüşür. Kalbden nifak ve yalancılık gider, yerini samimiyet ve mertlik alır.
Ateş unsurundan kaynaklanan zulüm ve hiddet sıfatı, İslam’ın emir ve hükümleri karşısında gayret, ince davranma ve rahmani taraftarlığa dönüşür.
Hava unsurundan ileri gelen kibir ve üstünlük taslama sıfat, izzet, vakar ve heybete dönüşür.
Toprak unsurundan kaynaklanan tembellik, uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve itidal sıfatına dönüşür.
Letaif Zikri
Nakşbendî tarikatında silsileyle gelen zikir hafî (gizli-sessiz) zikir, yani kalb ile yapılan zikirdir. Bu da Zat ismi olan ism-i Celâli “Allah” “Allah” diye kalble zikretmektir.
Hadîka’da der ki: “Zikrin birçok âdabı vardır. Fakat biz onların en önemli olanlarını ve mürid için herhalde lâzım olanları söyleyeceğiz: “Önce beden temizliği geliyor. Allah’ın emrettiği şekilde temizlen. Sonra kalbini heva, hırs, şehvetlere düşkünlük ve mâsivâya eğilim göstermekten istiğfar ile temizle. Sonra güzelce abdest al, halvethanene gir. İki rek’at abdest-şükür namazı kıl. Dua et ve namaz kılarken yaptığın gibi kıbleye doğru otur. Dilinle istiğfar ederken kalbin de istiğfar etsin. (Verilen sayı kadar).
Sonra alabildiğine bir mahviyet, inkisar ve huşu ile kusurlarını ve günahlarını hatırla. Sonra çok yakında muhakkak gelecek olan ölümünü gözün önüne getir. Şu anda alıp verdiğin nefeslerini dünya hayatındaki son nefeslerin olarak kabul et. Kabre yalnız başına konulduğunu ve orada bırakılıp gidildiğini bütün safhalarıyla düşün.
Sonra bir defa Fatiha-i şerifeyi ve üç defa İhlâs-ı şerifi okuyup sevabını Hazret-i Nakşbend kuddise sirruh’un rûhâniyetine hediye et. Sonra mürşid-i kâmilin simasını kendi nâsiyene bağlı olarak düşün. Gözlerini kapa, dilini damağına yapıştır, dişlerini dişlerine , dudaklarını dudaklarına yapıştır. Nefesini kendi haline bırak. Sol memenin altında bir et parçası olan kalbine yönel. Zikrinin mânâsını derinden derine düşünerek Hak Teâlâ hazretlerinin Zât ismini zikret. Zikrin başlangıcında kalb diliyle zikreder.
Eğer bir ihtiyaç için konuşmaya mecbur olursan zikrini kesmeden birkaç kelime konuş ve devam et. Hiçbir an kesilmemesi gereken bu zikre Nakşbendî büyükleri “vukûf-i kalbi” derler. Eğer bu layıkıyla yapılırsa kalb zikrettiğini müşahede ederek rüsuh peyda eder.”
KALB ZİKRİ
Zikir dersi isteyen müride ilk olarak kalp zikri verilir. Kalbin üzerinde Lafza-i Celal (Allah) zikri çekilir. Bu zikrin sayısı mürşid tarafından bildirilir. Bu sayının altına düşülmez; üzerine de çıkılmamalıdır. Hafi zikrin nasıl çekileceğini bizzat mürşid veya görevlendirdiği vekili tarif eder. Bu zikir şu şekilde yapılır:
Mürid, abdestli olarak kıbleye karşı adab üzere oturur. Zikre başlarken, günahların kalbi sardığı, bu hâlle gerçek zikrin çekilemeyeceği, ilahi yardıma muhtaç olduğunu düşünerek 25 defa estağfirullah der. Peşinden Fatiha okuyup bağışlar.
Kalbin uyanması, toplanması ve zikre hazırlanması için biraz (beş dakika kadar veya daha kısa) mürşid rabıtası yapar, mürşidden manevi destek ve feyz bekler. Sonra, sağ elindeki tespihini elinin başparmağı ile orta parmağını birleştirip sol memenin dört parmak aşağısındaki insani kalbinin üzerine kor. Dilini damağına yapıştırıp şehadet parmağı ile tespihi çevirirken kalbiyle “Allah”, “Allah” ,”Allah” … diye zikreder.
Yüzlük tespihi sonuna kadar çevirince, diliyle kendi duyacağı bir sesle: “ilahi ente maksûdî ve rızâke matlubî” der. Bunun anlamı şudur: ‘Allahım! Benim maksadım sensin, aradığım ise senin rızandır.’ Bu duayı her yüz zikirden sonra söyler. Bunu söylerken, aynı anda bu sözünde sadık olmadığını, nefsinin yalancı olduğunu düşünür. Tekrar azimle zikrine devam eder.
Virdin sonunda, “dersimi hakkıyla yapamadım” diye üzülür, Allah’ın rahmetine güvenir, zikir esnasındaki kusurları için 25 defa estağfirullah der ve gözlerini açar.
Vird esnasında rabıta yapılmaz, bu tehlikelidir. Virdde kalb sadece zikre bağlanır; alemlerin Rabbini zikrettiğini düşünür, bütün dikkatini kalbindeki zikirde toplar.
Kalb zikrinin sayısı ancak salikin mürşidi tarafından arttırılabilir. Alınan bir zikrin vücuda yerleşmesi ve vücudun zikre alışması için en az kırk günden dört aya kadar çekilmesi güzel olur. Ancak özel durumlar ve gelişmeler olursa bu süreden önce de mürşide veya vekiline danışılır. Bundan sonra gerekirse salikin mürşidi tarafından zikrin sayısı arttırılır.
Kalb zikrinden sonrası diğer Letâif virdlerine geçer ve bu geçiş zamanını mürşid belirler.
Sonra zikrini Ruh’a nakleder. Latîfe-i ruh, göğüste sağ memenin altındadır.
Sonra zikrini Sırr’a nakleder. Latîfe-i sırr, göğüsün sol tarafındadır.
Sonra Hafî’ye nakleder. Latîfe-i hafî, göğüsün sağ tarafındadır.
Sonra Ahfâ’ya nakleder. Latîfe-i ahfâ, göğüsün tam ortasındadır.
Muhammed Ma’sum kuddise sirruh hazretleri el yazısıyla şunları yazmıştır: “Bu letâiflerin nurlarına gelince: Latîfe-i kalbin nuru sarı, Latîfe-i ruhun nuru kırmızı, Latîfe-i sırrın nuru beyaz, Latîfe-i hafînin nuru siyah, Latîfe-i ahfânın nuru yeşildir.
Bu beş letaif (letâif-i hamse), Cenab-ı Hakk’ın “kün” yani “ol” emriyle yarattığı âlem-i emirdendir ki maddeden yaratılmamıştır. Cenab-ı Hak, bunları maddeden yarattığı halk âleminin beş latifesiyle terkib etmiştir.
Sonra zikrini beyindeki nefs-i natıkaya nakleder. Sonraki letaif de nefs-i natıka ve bağlı olduğu maddi bedendeki dört unsur olan toprak, su, hava, ateşdir. Bu dört unsurun tümü nefs-i natıkada dürülüdür.
SULTANİ ZİKİR: Bu yerlerden her birisi, yukarıda zikredilen tertib üzere zikir mahallidir. Zikir, latife-i nefs-i natıkada yerleşince latîfe-i cesede intikal eder. Bu da zikri, bedenin tamamıyla yapmaktır. Artık o hale gelir ki bedenindeki bütün zerreleriyle zikreder. Zikretmeyen hiçbir uzvu kalmaz. Bundan sonra sultân-ı zikr, yani zikrin bütün varlığına hakim olması gerçekleşir. İnsanın her tarafında artık zikrullah hakimdir. Bundan sonra çevresindeki herşeyin de Allah’ı zikrettiğini müşahede eder ve varlıkların zikirlerini duyar: “Kâinatta hiçbir şey yoktur ki O’nu hamdiyle tesbih etmesin” (İsrâ suresi/44) hakikatini anlar.
Mürid Hazret-i Rasulullah’ın (s.a.v.) : “Sanki sen O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et” emrine bundan sonra lâyıkıyla riayet etmeğe başlar. Buna sabırla ve dikkatle devam eder.
 
**œKUR**™AN**™IN ANLAŞILMASI ** ÜZERİNE**¦
Dr. Hayati BİCE
(Yeni Düşünce, 8 Temmuz 1988 Sayı:349 **“ 15 Temmuz 1988 Sayı:350 )
Ankara**™da yayınlanmakta olan ve akademik niteliği ile diğer İslamî yayınlardan ayrılan **œİslami Araştırmalar** dergisinin düzenlediği **œKur**™an**™ın Anlaşılması** sempozyumunda şahidi olduğumuz kimi tavır ve yaklaşımlar bu yazının yazılmasını bir görev haline getirdi. Oldukça yüklü bir programın yer aldığı sempozyum, son yüzyıl müslümanlarının aklına karıştıran konularda bir açıklık getirmek bir yana, konuyla ilgilenenlerin kabul edeceği gibi **œKur**™an**™ın Anlaşılması** konusunda adeta bir engel işlevini yerine getirdi. Sempozyumu düzenleyenlerin hiç arzu etmediklerinden emin bulunduğumuz bu durum, bir yerde gerekli ilmi zihniyeti kazanamamış olduklarını üzülerek müşahede ettiğimiz bazı tebliğ sahiplerinin -hazır canlı bir dinleyici topluluğu bulmuşken- **œgol atma** sevdalarının sonucunda kendiliğinden oluştu.
Sempozyumu izlememizde etken hususlardan biri olan **œİlmi Tefsir Hareketi** konulu ve A.Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Salih Akdemir**™e ait tebliğ son yıllarda bazı müslüman grupların duçar olduğu **œhastalık** nedeniyle oldukça önemli olacaktı, olmalıydı.Gerçekten de son yıllarda eli kalem tutabilen hemen herkes, ihtisasına, müktebesatına bakmadan son derecede **˜anlamlı**™ bir cesaretle **œHakim** Kitab**™ımızı eline alıp köşe-bucak didikleyerek **œilmi gerçekler** **œsonsuz mu **˜cizeler** keşfine çıkmıştır desek yeridir!..Ve yine gerçekten , müslüman alimlerin bu konuya açıklık getirerek Kur**™an-ı Kerim etrafında bu **œamatör bilim adamları**nın kopardığı velveleyi hizaya sokması, akord ermesi artık mecburiyet halini almıştır. Epeyce süredir zihnime takılmış bulunan bu **œmecburiyet**in kaldırılması yolunda ümidlerle dinlemeye başladığımız Sayın Salih Akdemir, genel bir girişten sonra kısmen beklentilerimizi yerine getirirken, kesinliği herkesce kabul edilmiş hipotez ve varsayımlarla hiç kimsenin Kur**™an**™ı açıklamaya çalışmamasını, böyle bir durumda ortaya çıkabilecek açmazların müslümanları iman konusunda zora sokacağını belirtiyordu. Sayın Akdemir **œbilime göre** sevdalıların önlünü de almak ister gibi söylediği cümlelerinde kesin olarak isbatlanmış bilim gerçeklerinin ise Kur**™an**™ın anlaşılması ve anlatılmasında kullanabileceğini iddia ediyordu. Günümüzün determinist zihniyetinin hemen bütün müslümanlara kabul ettirdiği kabullere son derece uygun düşen bu **œhoş** ve o kadar **œboş** vecizenin bir müslümanı nasıl açmaza düşüreceğini de Sayın Akdemir hemen oracıkta yine bizzat kendisi gösterdi. Geçmişteki müslüman alimlerinin çeşitli açıklamalarının bugünün **œmüsbet bilimi**ne göre artık bir safsata olduğunu, bunun ise **œAllah Kelamı**na ait bir unsur olmadığını, olsa olsa o devir alimlerinin sığdığı olarak kabul edileceğini pek doğru olarak anlatan Sayın Akdemir, birkaç saniye sonra da kendisi benzer bir örneği ortaya koyuveriyordu:
Selef alimlerinin **œgaybî** bilgiden kabul ettiği ana rahmine düşen çocuğun cinsiyetinin ne olduğu bilgisinin bugünkü müsbet ilim tarafından isbat edilebildiğinin, dolayısıyle selefin bilgi seviyesine göre **œgayb** olanın bugün için **œgayb** olmaktan çıktığının bildiren Sayın Akdemir, bu **œgaybi** bilginin edinilmesini tasvir ederken **œbilime göre** fikrinin saliklerinin ortak vasfı olan hastalığın bulgularını ele veriyordu: Sayın Akdemir, çocuk ana rahmine düştükten sonra **œrahme yerleştirilen bir aletle** çocuğun cinsiyetinin ne olduğunun tesbit edilebildiğini söyleyerek salondaki dinleyicilerin çoğunluğu için çok önemli bir tesbitte bulunuyordu.Oysa konunun uzmanları, hatta sıradan bir tıp öğrencisi için bile bu tesbit sıradan bir bilgiydi. Tıp mensubu olanlar dışında bilim ile ilgili kişiler de en iyi ihtimalle bu konuda bazı şeyler işitmişti veya belki de kendi çocukları ana rahminde iken 4-5 aylıkken hanımını götürdüğü bir doktor, 4-5 ay sonra doğacak çocuğun %90 kız veya erkek olacağını söylemiş olabilirdi.**Gaybın bilgisi** gibi İslam**™ın temel akaid konularından birisi üzerine konuya bu derece uzak bir topluluğa bu konudan bahsetmenin yanlış anlamalara yol açma tehlikesi gözönüne alınmalıydı. Bizim gayemiz, bir ilahiyat alimini tıptan sigaya çekmek değildir, bunun alemi de, anlamı da yoktur!
Bu konuda bilinenler ise ana hatları ile döllenme anında oluşan **œilk** hücrenin çocuğun cinsiyetine ait kodu taşıdığı ve bu **œilk** hücreden itibaren cinsiyet kodunun belirlenmesi ile çocuğun cinsiyetini öğrenmenin mümkün olduğu şeklinde özetlenebilir.(Meraklısına İnsan Embriyolojisine Giriş, Temel Tıbbi Genetik konulu kitaplardan edinerek konuyu anlamağa çalışması önerilir.)
Burada Sayın Akdemir**™in şahsıyla ilgili hiç bir kastımız olmadığı gibi, bu satırları yazmamıza sebep olduğu için de kendilerine müteşekkiriz, Allah razı olsun cümleden**¦
Herkesin herşeyi bilmesi hiçbir devirde mümkün olmamıştır. Ama çok eskiden bazı insanlar, çok şeyi biliyorlardı. Bugün ise bazı insanlar bazı şeyleri bilebilirler. Bu bazı şeyler ise giderek iyice sınırlarını daraltmaktadır. Bu durumda, Allah Kelamı olduğuna iman ettiğimiz Kur**™an-ı Hakim**™deki hikmetleri, ilahi gerçekleri tamamına hiçbir zaman vakıf olmayacağımız bilgilerle, **œçağdaş bilime göre** diyerek açıklamaya kalkmak artık cesaretten de öte bir şeydir.
Yazımızı şöylece tamamlamamız uygun olacaktır: **œKesinliği herkesce kabul edilmemiş hipotez ve varsayımlarla hiç kimse Kur**™an**™ı açıklamaya çalışmamalıdır. Kur**™an**™ı kesinliği kabul edilmemiş gerçeklerle açıklamaya cesareti olan babayiğitler ise önce o **œkesinliği kabul edilmiş** gerçekleri belledikten sonra meydana çıkmalıdırlar, tabii buna ömürleri yeterse**¦**
Kısaca çerçevesini çizmeye çalıştığımız bu karmaşık tabloyu netleştirecek çabaların müslümanların kafasını karıştıran soruları gidermek yolunda salih bir amel olacağı bellidir. Böylesi hayırlı çalışmaların arzettiği önem, konunun zorluğu ile paraleldir. Ancak görülen o ki, müslümanların çoğu zora talib olmak şöyle dursun ilk fırsatta; kolaya, şamataya, demogojiye ve ucuz şöhrete yönelmektedir. Bu kanıyı güçlendiren birçok örnek -maalesef **œKur**™an**™ın Anlaşılması** gibi iddialı bir sempozyumda da sergilendi. Kısaca tebliği konusuna değindiğimiz ve hemen farkedilebileceği gibi son derece önemli bir konuda konuşması beklenen Sayın Salih Akdemir, yüzlerce dinleyicinin vaktini eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç**™a yalın kılıç daldığı **œ19 Kelimesinin Esrarı** meydan muharebesinde harcıyor ve **œİlmi Tesfir Hareketi**ne ilişkin pekçok soruya bir ışık bulabilmek ümidiyle kendini dinlemeğe gelen bir çok kişiyi üzüyordu. Sayın Akdemir**™in yapacağı çalışmalarla ve yayınlarla bu konu üzerindeki tartışmalara ciddi katkılarda bulunacağı ümidimizi muhafaza ediyoruz.
**œ19 Meselesi** nedeniyle gündeme gelen ve kısmen haksız bir eleştirinin hedefi olan eski Diyanet İleri Başkanı Tayyar Altıkulaç**™ın tevazu örtüsü ile inceltmeye çalıştığı bir itirafı ise sempozyumun İslam ile ilgili izleyicileri arasında buruk bir tebessüme yol açıyor ve hafızalarda yerini alıyordu. Kendisine yapılan dozu hayli yüksek eleştiri nedeniyle oldukça bunaldığı görülen Sayın Altıkulaç, Diyanet İşleri Başkanı iken hazırladığı ve Diyanet Vakfı Yayınları arasında yayınlanan Hz. Kur**™an adlı kitapçığa aldığı bir yanlışa özür dilerken **œkendisinin İslami hiçbir konunun uzmanı olmadığını**itiraf ediyordu.
Okumuş ve okumakta olan müslümanların yakından ilgilendirdiğini bildiğimiz bu konuda bütün düşünen müslümanları imal-i fikretmeğe davet ediyoruz. Hergün öğrenmekte olanın hergün doğmakta olduğudur tek bildiğimiz!..
**œAlimü**™l-gaybı veşşehadeh** yar ve yardımcınız olsun.
***
**œKUR**™AN**™IN ANLAŞILMASI ÜZERİNE**¦ (II)
Bir önceki yazımızda, Allah Kelamı olduğuna iman ettiğimiz Kur**™an-ı Hakim**™deki hikmetleri, ilahi gerçekleri tamamına hiçbir zaman vakıf olamayacağımız bilgilerle **œçağdaş bilime göre diyerek açıklamaya kalkmanın artık cesaretten öter bir şey olduğunu ve böyle bir işe soyunan babayiğitlerin öncelikle ( Kerim Kitabımız**™ı açıklamaya çalıştıkları) **œkesinliği kabul edilmiş** ilim verilerini öğrendikten sonra meydana çıkmalarının uygun olacağına işaret etmiştik. Bütün genellemeler gibi, somut örneklerle izahı gerekli olan bu ifadelerimizin anlaşılması için gayet güzel olduğuna inandığım bir örnek etrafında konuyu işlemeye çalışacağız.
**œİnsanın Yaratılışı**konusu ile ilgili ayetler, **œKur**™an**™daki İlmi Gerçekler** ana başlıklı hemen her çalışmanın konusu olarak işlenmiştir. Bu satırları okuyan hemen herkesin de bu konuda bir şeyler okuduğunu veya işittiğini sanıyorum; bu bile konunun ne kadar **œpopüler** halde olduğunu göstermeye yeterlidir. Burada söz edeceğimiz ayet de dolayısıyla **œdaha az popüler** olmuştur. Önce ayeti verelim:
**œSizi bir tek kişiden yaratmıştır. Onun eşini de ondan var etmiştir. Sizin için hayvanlardan sekiz çift te indirilmiştir. Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa döndürmektedir. İşte Rabbiniz Allah O**™dur. Mülk O**™nundur, O**™ndan başka tanrı yoktur. O halde nasıl O**™ndan çevriliyorsunuz?**
( Zümer Suresi, 39/6, Hak Dini Kur**™an Dili Meali, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Eser Neşriyat)
Ayetin tamamını işlemenin güçlüğü nedeniyle biz konuyu sadece kavram olarak **œüç karanlık ( zülumat-ı selase ) ** etrafında bir alan belirlemesi yaparak tartışacağız. Bu yöntemin gerekliliği, yani ele alınan **œbelirli** bir alanla kendimizi sınırlamamızdaki gereklilik, benzer çalışmalarda karşılaşılan kargaşanın bize telkin ettiği bir husustur.
Ayetteki **œüç karanlık** kavramı selef alimlerinden bugüne gelene kadar müslüman müfessirler tarafından yorumlanmış ve hemen tüm müfessirler bu kavrama zihinlerindeki bilgilere dayanarak bir karşılık bulmaya gayret etmişlerdir. Beyzavi, Fahrüddin Razi, Hazin, Medarik, Nişaburi gibi klasik tefsirlere dayanılarak Mehmed Vehbi Efendi tarafından kaleme alınan **œHülasatü**™l Beyan fi Tefsiri**™l Kur**™an**™da bu **œüç karanlık** kavramı şöyle açıklanmaktadır:
**œZulümat-ı selase**™yle murad; nutfe olarak pederinin sulbünde bulunmak ve sonra vakti geldiğinde anasının rahmine intikal etmek, ananın rahminde uyuşmuş kan olarak bir müddet durduktan sonra çocuk halini iktisabla validesinin karnına çıkmaktır ki gerek pederin sulbün ve gerek validesinin karnı ve rahmi her üçü de karanlık mahallerden ibaretir****¦( Zümer Suresi, 39/6, Hülasatü**™l Beyan fi tefsiri**™l Kur**™an, Mehmed Vehbi Efendi, Üçdal Neşriyat) Son devrin en muteber tefsirlerinden biri olan Elmalılı Tefsiri**™nde de aynı **œüç karanlık** kavramı benzer şekilde **œbatın karanlığı, rahim karanlığı** olarak karşılanmaya çalışılmıştır. Bu yorumlar eski devir müfessirlerinin ortak görüşü olarak değerlendirilebilir. Selefin devrindeki bilinenlere göre ve hatta bugünün avamı düzeyinde düşünüldüğünde gayet anlamlı olarak değerlendirilebilecek bu yorum, konunun uzmanlık alanı olan İnsan Embriyolojisi**™nin temel verileri ile bazı çelişkileri taşımaktadır. İşte konunun en önemli noktası da burada ortaya çıkmakta ve hassas bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Kur**™an**™ın anlaşılması, Allah**™ın ilim ve kudretinin anlatılması gibi halis niyetlerle yapıldığından en küçük bir şüphemizin olmadığı bu yorumların günümüzde Kur**™an**™ı tebliğe nasıl bir yarar sağlayacağı tartışılır. Hatta konu, son zamanlarda piyasaya dökülen oryantalizm kokulu İslam düşmanı çevrelerin elinde ve dilinde Kur**™an**™a, İslam**™a saldırı için bir bahane olarak da kullanılabilir.
Konu bu kadar önemli olduğu halde selefin yorumlarını dahi aşarak kendi ihtisas, hatta hobi ( ilimin hobisi olmaz ya neyse) alanlarına bile girmediği halde, günümüzde bu konuda tıp biliminin ulaştığı sonuç ve merhaleyi anlamak şöyle kalsın konunun temel kavramlarını kavrayabilecekleri şüpheli **œcesur** zevatın, iyi niyetleri yaptıkları vahim hataların yol açacağı zararlara kefaret olur mu; bilinmez**¦
Ele aldığımız örnekle konuyu somutlaştırırsak bu **œcesaret ve vehamet** daha iyi anlaşılacaktır: öğrendiği **œmuhteşem** lise düzeyindeki biyoloji **˜ilimi**™yle **œKur**™an**™daki İlmi Gerçekler**i ifşa etmeye başlayan oldukça başarılı bir **˜tebliğci**™ üzerinde durduğumuz **œüç karanlık** kavramını selefin anlayamadığını belirttikten sonra konuyu **œçağdaş bilime göre** şöyle açıklamaktadır: Ana rahmine düşen ceninin içinde gelişerek oluşumunu tamamladığı rahim organının üç tabakası vardır: 1. Endometrium 2. Myometrium 3. Perimetrium.
İşte bu üç tabaka **œçağdaş bilime göre** tebliğcimize göre ayette geçen **œüç karanlık**ın ta kendisidir ve büyük alimimiz bir mu**™cizeyi böylece keşfetmiştir(!). Lise düzeyindeki bir **œbilime göre** tebliğ çalışması için son derecede kullanışlı olabileceğini teslim etmemiz gereken bu **œkeşif**, bırakın embriyoloji, histoloji uzmanı olmayı Tıp Fakültesi birinci sınıfı okumuş bir İslam düşmanı tarafından son derece zarar verecek şekilde kullanılmaya elverişlidir. Çünkü gerçekte, kabaca, şekli olarak üç tabaka olduğu kabul edilen rahim ( tıbbi deyimle uterus) ayrıntılı olarak incelendiğinde her bir tabakanın birbirinden farklı şekil ve yapı gösteren ve farklı görevler ifade eden alt tabakaları vardır.Bu nedenle kaba tasnifle üç birbirine geçmiş tabakadan oluştuğu görünen rahim duvarının mikroskopla incelendiğinde sekiz, elektron mikroskopla incelendiği zaman ise yüzlerce tabakadan oluştuğu görülür.dolayısıyla gözle üç olan elektron mikroskop devreye girdiğinde yüzlerce olmaktadır. Şimdi bu basit ilmi verilerin hiçbirisinden haberi olmayan birisinin Kur**™an**™ın mu**™cizelerini açıklama gibi zorun zoru bir konuda bir müslümanı tehlikeli maceralara yöneltebilecek bir konuda kalkıp kalem oynatmasındaki **œcesaret ve vehamet** kısmen anlaşılmıştır.
Yanlışları belirtmenin doğruyu tamamen ortaya çıkarmadığını bildiğimize göre okuyucunun bu konuda nasıl bir yaklaşımı benimsemesi uygun olur? Bu noktada bir şeyler söylemek sorumluluğundayız. Ayet yeniden okunacak olursa Arapça metne hiçbir kelime eklenmeden çok net ve geniş bir açıklama, ifade gücüne sahip olduğu görülmektedir. Buna göre Allah insanı tek bir kişiden yaratmıştır. Eşini de ondan var etmiştir.İnsanları analarının karnında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa döndürmektedir. İşte bu oluşumun tamamını bugünkü embriyoloji bilgilerine göre karşılamak mümkündür, ancak biz günümüzün ilmindeki en değişmez gerçeğin hiçbir konuda son sözün söylenmemiş olduğunun bilincinde olarak **œezel-ebed değişmeyecek** olarak iman ettiğimiz gerçekleri, **œdeğişebilme** vasfı ve potansiyeli olan verilere kıyas etme gibi genel bir yanlışa düşmemek için herhangi bir yorum katmak istemiyoruz. Bu konuyu ille de kavramak isteyenlerin Kur**™an**™a sarılmalarını, Kur**™an**™i kavramları öncelikle öğrenmeye çalışmalarını tavsiye ederiz ancak.
Yazıyı okuyan okuyucunun selef alimleri hakkında yanlış zanlara kapılması kaygımızla, selefin kendi devirlerindeki mevcut bilgiye sahip olmadan asla Kur**™an üzerinde çalışmadıklarını, İslami bilgilerin ise sadece tefsirle sınırlı olmayıp konuyu bilenlerin teslim edeceği gibi İslam**™ın hemen her yönünü kucakladığını belirtmek gereklidir. Ancak şu da belirtilmelidir ki, artık bu konuda, her önüne gelenin bir şeyler karalaması İslam**™a düşman olanlara malzeme oluşturmaya başlamıştır. Günümüzde mevcut bilgi birikimine ulaşmanın, anlamanın imkansız denebilecek kadar zor olduğu bir ortamda, amatörce çalışmalarla hem de İslam adına konuşmanın devri geçmiştir.
Uzmanlık alanlarının giderek sınırlandığı bugünün müslümanına düşen Kur**™an**™la olan bağını kuvvetlendirmesi, Kur**™an**™ı kendine rehber kılmasıdır.
Budur Kur**™an**™ı anlaşılır kılacak.
Ve budur hayatımızı yaşanılır kılacak.
Kendisi yanlış anlayanların, başkalarına doğrusunu anlattığı görülmüş şey midir?
Edeb ya Hu**¦
 
Elfaz-ı küfür söyleyen kişi kafir olur mu?

Elfaz-ı küfür söyleyen kişi kafir olur mu? Bir kimsenin bazı sözlerinden dolayı ona kâfir demek, tekfir etmek doğru mudur?..

Âhir zaman fitnesinin, inşallah, zevâle meylinin başladığı son devrini yaşıyoruz. Bazı çevrelerde günahtan kaçınmak âdeta ayıp addediliyor. Namus, iffet, hayâ mefhumları kalabalık ana caddelerden süratle dar sokaklara, kenar mahallelere, kuytu evlere doğru koşuşuyorlar. Kendilerini bir evden içeri atıyorlar. Tam rahat bir nefes alacaklarken, karşılarındaki akıl almaz makine, dünyanın tâ öte ucundan görüntüler sergilemeye ve ışınlarla mermi yağdırmaya başlıyor. Ne yapacaklarını şaşırıyor ve ümitsizlik içinde sadece **œâhir zaman** demekle yetiniyorlar.

Ötede birçok hanede Hz. İbrahim (as)**™in mûcizesi yeniden yaşanıyor. Bu ateşin ortasında bahçeler, bağlar, bülbüller, güller... Bu kavganın sonu merak ediliyor. Ateş mi suyu yutacak, yoksa su mu ateşi söndürecek? Bir beldede kışın en şiddetli devresinde bir tane olsun hurma yetiştirebilmişseniz, bunun mânâsı şudur: bu yerde hurma olur... Mesele bizim gayretimize kalmıştır. Gece gündüz soğuk aleyhtarı gösteriler yapmak, bağırmak, çağırmak, soğukla kavga etmek meseleyi halledecek değildir. O bir hurmayı, bin yapmanın, milyonlar yapmanın yolunu aramak gerek...

Gözümüzün önünden hiç ayrılmayan günümüz fitnesi, bazı Müslümanları gayrete getirirken, bazılarını da ümitsizliğe düşürüyor. Bunlar, içlerindeki feverana yön veremediklerinden, teselliyi, günahkârlara sövmede, âsilere çatmada, onları kâfirlikle itham etmede buluyorlar. Şeytan, bu gibi Müslümanları büyük bir tehlikenin, dehşetli bir uçurumun kenarına itiyor.

Peygamber Efendimizi (a.s.m.) dinleyelim:

**œKim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.** (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, Îmân, 26)

İşte yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın en acı tablosu... Nefis durmadan zorluyor, şeytan aralıksız teşvik ediyor: şuna söv! Bunu döv! Şuna kâfir, buna münafık de!. Bu, büyük bir yaramızdır. Üzerinde ne kadar durulsa yeridir.

Karşımızda günah işleyen, tanımadığımız biri. İç âlemimizde bir kavga: kötüye yormakla (suizan), iyiye yormak (hüsnüzan) arasında kalıyoruz. Nefis diyor ki, bu adam kâfir olmasa bu büyük günahı işlemez... Kalp ve vicdan ise, **œBüyük günah işlemek kişiyi kâfir etmez, belki bu günahı küfründen değil de nefsine hâkim olamadığından, yahut cehaletinden işlemektedir; günahkârdır, fâsıkdır, ama kâfir olduğunu hemen iddia etmemek gerekir.** diyerek tedbir yolunu tutuyorlar.

**œGünah-ı kebâir (büyük günahlar) işleyen kâfir midir?** tartışması Ehl-i sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mü**™min olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikatten uzaklaşarak **œdalâlete** düştüler.

Bu kavganın sonunda galibiyet Ehl-i sünnetin oldu. Bu galibiyet bayrakları sayılacak gibi değil. Biz sadece ikisini nakletmekle yetineceğiz:

Yahya bin muaz buyuruyor:

**œBir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.**

**œKim Allah**™ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.** (Maide, 5/44)

âyet-i kerimesini yanlış tefsir ederek, **œAllah**™a isyan eden, günah işleyen herkes kâfirdir** diyen Haricîlere karşı, Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini bir kimyager gibi tahlil eden Fahreddin-i Râzi Hazretleri bu hususta en isabetli görüşün Hz. İkrime**™ye (r.a.) ait olduğunu ifade buyurur.

İkrime Hazretlerinin zafer bayrağımız olan şu ifadelerini hep birlikte okuyalım:

**œHak teâlânın **˜Kim Allah**™ın indirdiğiyle hükmetmezse...**™ ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah**™ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisanıyle onun Allah**™ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah**™ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez...** (Tefsir-i Kebir, IX/86)

Yakın tarihimizde bir fetret devri yaşadık. Hurafeler hortladı; bozuk fikirler yeniden canlandı... Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mûtezile nedir, hatta elfâz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Ezberledikleri bazı sloganları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resûlûllah Efendimizin (asm.) tekfirle ilgili uyarı hadisinin de gâfiliydiler...

Tekfir meselesine küfrün tarifinden başlayalım. Küfür nedir?.. Lügat mânâsıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, nimeti gizlemek, küfran etmek mânâsına geliyor. Şer**™î ıstılahta ise, küfür, **œhiçbir zorlama olmaksızın kendi irade ve isteğiyle iman hakikatlerini inkâr ve tekzip etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, onlarla alay etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek** mânâsında.

İman, nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur. Bu noktada karşımıza **œelfaz-ı küfür** bahsi çıkıyor, yâni küfür olan sözler. Bu sözleri söylediğini işittiğimiz bir kimseye hemen kâfir diyebilir miyiz? Burada âlimlerimiz bize şu soruyu yöneltiyorlar: onun kalbi hakkında bilgin var mı? O sözü cehaletinden mi söylüyor, yoksa mukaddesata düşmanlık namına yahut onunla alay etmek niyetiyle mi? Bu nokta çok mühimdir. Ve bu incelik, fiiller için ameller için de geçerli...

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, **œTekzib-i fiil ile adem-i fiil arasında büyük fark vardır.** diyerek bu noktaya dikkatimizi çekiyor. Tekzib-i fiil, bir işin, bir hareketin, bir vazifenin inkâr edilmesi, **œöyle bir şey yoktur** denmesi. Adem-i fiil ise, o işin, o fiilin, varlığı kabul edilmekle birlikte, yapılmaması, yerine getirilmemesi. Namazı inkâr etmek başka, namaz kılmamak daha başkadır. Birincisi tekzib, ikincisi ise adem-i fiildir.

Buna göre, bir insan Kur**™an-ı Kerim**™in namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama, bu emri kabul ettiği halde namaz kılmazsa kesinlikle kâfir olmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur**™an**™ın yasak ettiğini, bunun ilâhî bir yasak olduğunu kabul eden bir insanın, nefsine mağlûp olarak bu haramı işlemesi hâlinde kâfir olmayacağı açıktır.

Bir de Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerini dinleyelim:

**œBir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsnüzan esastır. Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz.** (Ehl-i Sünnet İtikadı, s.68)

Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, **œsuizan**, yâni kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi...

Tekfir konusunda Risale-i Nur Külliyatı'ndan **œSünuhat** adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri, bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini islâm**™dan uzaklaştırır:

**œMeselâ: demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş**™et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş**™et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş**™et ettiği yakînen biline... Zira başka sebepten de neş**™et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür**™et edenler düşünsünler!...** (Sünuhat, s.20)

Demek ki, bir mü**™minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara **œkâfire** tabir ediliyor. Yine o mü**™minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü**™min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle, islâm**™ı inkâr kasdıyla bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz. **œSıfatın delâletinde şek var.** cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yâni o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın, onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kat**™i olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü**™min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, "ben mü**™minim, Müslümanım" diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, kat**™iyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakîni, şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.

El-Ezherî**™nin **œKur**™an**™a mahlûk diyen kimseye kâfir denilebilir mi?** sorusuna verdiği şu cevap çok harikadır:

**“ Söylediği şey küfürdür!..
Soru kendisine üç defa tekrar edilir. Hep aynı cevabı verir ve sonunda şöyle buyurur:
**“ Bazen Müslümanın ağzından küfür çıkabilir.

Yine Nur Külliyatı'ndan **œMünazarat**ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramıza da bu vesileyle parmak basalım.

Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayet normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlûp düştüğünü hisseder etmez, muhatabını hemen tekfire yelteniyor. **œSen bu görüşünle Hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin.** diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyiden iyiye yükseltiyor ve emin bir eda ile Kur**™an-ı Kerim**™de, **œYahudileri ve Nasranîleri dost edinmeyin.** buyurulmuyor mu? Diye size çıkışıyor. Bu büyük yanlışın, bu dehşetli hastalığın ve mesuliyeti çok büyük ithamın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut:

**œBu nehiy, Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zâtı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve san**™atı içindir.**

Demek ki âyet-i kerime Yahudiliğe ve Hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, Hristiyan bir devleti Hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına giriyor. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek bu yasağın dışında.

Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor: **œEhl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.** Yâni, bir Müslüman**™ın Ehl-i kitaptan, meselâ Hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevecek, ama onun Hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir. İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mâl oluyor...

Yeri gelmişken yanlış değerlendirilen bir hadis-i şeriften de söz etmek isterim. Resûlûllah Efendimizin (asm.) bir hadis-i şerifinde münafığın alâmetlerini şöyle sıralar:

**œKonuşunca yalan söyler. Söz verince sözünü tutmaz. Kendine itimat edilince ihanet eder.**

Bu hadis-i şerifte büyük bir terbiye metodu saklı. Bu hadisi yanlış değerlendirenler de dahil olmak üzere, her Müslüman çok iyi bilir ki, **œyalan söylemek**, **œsözünde durmamak**, **œemanete hıyanet etmek** insanı kâfir etmez. Yine hepimiz biliriz ki, münafık kâfirden daha alçaktır. Çünkü, münafık gerçekte kâfir olduğu halde, küfrünü gizleyen, Müslüman görünen kimsedir. Bu adam İslâm**™ın gizli düşmanıdır ve açık düşmandan daha tehlikelidir. Sizi ne zaman ve nasıl vuracağı bilinmez.

Şimdi, yalan söyleyen bir Müslüman**™ın böyle hâin bir kâfirden daha aşağı olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır! O halde hadis-i şerifteki inceliği şöyle anlayacağız. Resûlûllah Efendimiz (asm) bu sözüyle müminlere ihtar ediyor: **œSakın şu günahlara yaklaşmayınız! Çünkü onlar kâfirden daha alçak olan münafığın sıfatlarıdır.** Bu fevkalâde tesirli bir ikaz, bir sakındırma metodu. Bu inceliği sezmeyerek, söz konusu günahları işleyen bir mü**™mini nifaka girmekle itham etmek, tekfir gibi büyük bir cinayet, büyük bir vebal, büyük bir cehalet ve dehşetli bir suizan...

Çocukluğumuzda çok dinlediğimiz bir fıkra var. Mü**™minleri tekfir etmeye can atanların psikolojisini çok güzel ifade eder:

"Bir adama lâkap takmışlar **œördek** diye. İsmini vermez, onu böylece çağırırlarmış. Bir gün birisi, lâf arasında **œBugün hava bulutlu.** demiş. Adam **œSen bana niçin ördek dedin, bunu nasıl yaparsın.** diye başlamış hakaretler yağdırmaya. Beriki neye uğradığını şaşırmış ve nâzikane sormuş, **œKardeşim ben sana ne zaman **˜ördek**™ dedim?** Aldığı cevap şu olmuş: **œHava bulutlu oldu mu yağmur yağar; yağmur yağdı mı su göllenir; gölde de ördekler yüzer.**

Maalesef bugün, günahkâr müminlerin her sözünü ve her hareketini bin bir bahane ile küfre yoran insanlara çokça rastlıyoruz. Âlimlerimiz, âriflerimiz, önderlerimiz böyle mi yapıyorlardı!?.. İşte size lâfızları bile birbirine çok benzeyen iki ifade; belli ki aynı çeşmeden içmiş, aynı terbiyeden geçmişler:

**œSaid**™i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te**™vile çalışır. Onu tekfir etmez.** (Bediüzzaman)

**œBir Müslümanın sözünü, zayıf bir rivayet dahi olsa mümkün olduğu kadar iyiye yormak gerekir.** (Gümüşhanevî)

Bugün top yekûn islâm âlemi, bilgili, fâzıl, mütevazı, herkesin derdine derman olmaya koşan, günahkârlara bir şefkatli baba gibi üzülen gayretli Müslüman tipine son derece muhtaç...

Câhil, çığırtkan, ıslah nedir bilmeyen, hastaya sövmeyi tedavi sanan, sevimsiz, muhakemesiz, şefkatsiz, hırçın ve eline fırsat geçse güya hak namına nice zulümler işlemeye hazır, slogan makinesi, anarşist tipler İslâm**™ı temsil edemezler...

Bizim vazifemiz, evvelâ nefsimizi birinci gruba sokmağa çabalamak, başkalarının da böyle olmalarına gayret göstermek; diğer gruba bilmeyerek düşen kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmektir. Bu noktada şu hadis-i şerif bütün mü**™minler için ne büyük bir irşaddır!..

Ebu hureyre (r.a.) anlatıyor. Rasûlullah**™a (a.s.m.),

**“ Ey Allah**™ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle, denilmişti. Şu cevabı verdi:

**“ Ben rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil!..
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst