HAYA ABİDESİ HZ. OSMAN (ra) -1

bal_böceği

€q0iSt
Prenses
Kayıtlı Üye
HAYA ABİDESİ HZ. OSMAN (ra) -1

Sıddıklar âlemdarı Hz. Ebu Bekir'den, hakkın müşahhas timsali Hz. Ömer'den sonra sıra haya abidesi Hz. Osman (r.anhüm)'a geldi. Aslında ne sıddıkiyet Hz. Ebu Bekir'in, ne hakkın temsilcisi olması Hz. Ömer'in ve ne de haya abidesi olma Hz. Osman'ın yegâne vasfıdır. Onlar insanı, insan-ı kâmil yapan bütün vasıfları zirve noktalarda temsil eden kişilerdir. Buna rağmen bazı vasıflar, onlarda diğerlerine nisbeten daha ağırlık kazanmış ve kendini hissettirmiştir. Bu sebeple de tarihe böyle mâl olmuşlardır. Bunda yani bazı vasıfların ağırlıklı olarak bulunmasında fıtratlarının rolü olabileceği gibi, içinde bulundukları içtimaî şartların zorlaması da rol oynamış olabilir. Meselenin bu açıdan tahlilini erbabına bırakıp, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in hayatlarını sizlere intikalde takip ettiğimiz metod çerçevesi içinde Hz. Osman'ı anlatmaya başlayalım:

1) DOĞUMU-NESEBÎ
Hz. Osman, meşhur Fil Vak'ası'ndan 6 sene önce; yani hicretten 47 yıl önce dünyaya gelmişlerdir.1 Buna göre Hz. Muhammed (sav)in peygamberlikle serfiraz kılındığı yılda, Hz. Osman 34 yaşındaydı.

Asıl adı Osman b. Affan b. Ebi'l-As b. Umeyye b. Abdi Şems b. Abdi Menaf olan Hz. Osman'ın annesinin adı Erva b. Kureyz'dir. Kureyş'in en asil ailesine mensup olan Hz. Osman, Hz. Peygamber (sav)'le -beşinci validesi (ninesi) Beyda-i Ümmü'l Hakim, Efendimiz'in halasıydı- akrabaydı. Cahiliye döneminde servet, kudret ve nüfuzu ile temayüz etmiş bulunan bu ailenin ferdlerinden Umeyye, Hz. Osman'ın dedesi, Kureyş kabilesinin reislerin dendi.

Cahiliye döneminde künyesi "Ebu Amr" olan Hz. Osman'ın bu künyesi, Müslüman olduktan sonra Efendimiz'in kızı Rukiyye'den Abdullah isminde bir oğlu olunca 'Ebu Abdullah' diye değiştirilmiştir.2

2) ŞEMAİLİ

Hz. Osman (ra), güzel yüzlü, pek nazik, gür sakallı, orta boylu, omuzlarının arası açık ve oldukça sık saçlıydı.3 Müslüman olmadan önceki hayatına ait kaynak kitaplarımızda çok bilgiye rastlayamadığımız Hz. Osman, gençliğinde ticaretle meşgul oluyordu. Ticarî muameleleri çok dürüst olduğu için, halk arasında bu yönüyle meşhur olmuştur.4

3) AİLESİ

Hz. Osman kendisine "Zinnureyn" lakabını kazandıran Efendimizin iki kızı ile evlilik yapmıştır. Bunlardan birinci Rukiyye idi. O cahiliye döneminde Ebu Leheb'in oğlu Utbe ile evlenmişti. Fakat Müslümanlığın zuhurundan sonra Utbe, babasının zorlaması ile Rukiyye'yi boşadı. Bunu takiben Hz. Osman ona talip oldu. Resul-ü Ekrem (sav) de bu mübarek kerimesini ona verdi. Hz. Rukiyye'nin hicretin 2. senesinde vefatından sonra, Efendimiz (sav/in diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Hicretin 9. senesinde de Ümmü Gülsüm vefat etti. Allah Resulü (sav) bunu müteakip bir rivayette "şayet bir kızım daha olsa idi, onu da sana nikâhlardım", bir diğer rivayette ise "eğer kırk tane kızım olsaydı teker teker onları Osman'a nikâhlardım" buyurmuştur.5

Hz. Osman'ın Rukiyye validemizden Abdullah adını verdikleri bir oğlu olmuştur. Fakat o, hicretin 4. senesinde 6 yaşında iken vefat etmiştir. Ayrıca Hz. Osman, Bedir Savaşı esnasında ölümcül hastalığa yakalanan zevcesi Hz. Rukiyye'nin yanında Efendimiz (sav)'in müsâadesiyle kalmış ve bu sebeble Bedir'e katılamamıştı.6

Hz. Osman daha sonraları Fahite b. Gazman, Ümmü Amr binti Cündüb, Ümmü Benin binti Uyeyne ve Naile isimli hanımlarla hayatını birleştirmiştir. Amr, Halid, Ebân, Ömer, Meryem adlı çocukları Ümmü Amr binti Cendel'den, Abdulmelik adındaki çocuğu da Ümmü Benin binti Uyeyne'den olmuştur. Hz. Osman'ın diğer hanımlarından olma kız ve erkek çocukları da vardır. Bunlar arasında en meşhuru Eban adındaki oğludur. 7

4) LAKABI

Hz. Osman'ın lakabı, Hz. Muhammed (sav)'in iki kızı ile evlendiğinden dolayı iki nur sahibi mânâsına gelen "Zinnureyn"dir. Peygamber nûrunun cibilli taraftarı ve bir anlamda hakikî varisi olan bu yüce iki kadını hanesine alan ve onlarla nurlanan Hz. Osman, bir açıdan çok şanslı olmakla beraber, her iki hanımını da kendi elleriyle toprağa verme açısından da bahtsız denilebilir. Fakat kader-i İlâhî adına tahakkuk eden bu husus için ne Hz. Osman'ın ne de bizim bir şey dememiz mümkündür. O, başına gelen her bela ve musibeti Rabbine sonsuz îmân ve itminan içinde karşılayıp kaderine razı olduğu gibi, bir insan için dünyada başa gelebilecek en büyük musibetlerden biri olan hanımlarının vefâtını da aynı îmân ve itminan içinde karşılamıştır. Zaten Hz. Osman gibi birisine de bu yaraşır...!

5) MÜSLÜMAN OLUŞU

Hz. Osman'ın Müslüman oluşuna dair kaynak kitaplarımızda farklı rivayetlere yer verilir. Bunlardan birincisi; bir gün Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah ile birlikte Zübeyr b. Avvam'ı takip ederek Allah Resûlünün huzuruna girerler. Efendimiz (sav) onlara İslâm'ı anlatır, Kur'ân-ı Kerim'den bazı âyetler okur,

Allah'ın va'dettiği şeylerden bahseder. Bunun üzerine hem Hz. Osman hem Talha b. Ubeydullah Müslüman olur. Yalnız Hz. Osman burada bir şey anlatır Nebiler Serverine. Der ki: "Ey Allah'ın Resûlü, ben Şam'dan yeni geliyorum. Muan ile Zerka arasında bir yerde mola vermiş uyuyordum. Rüyamda birisi, "Ey uyuyanlar! Kalkın. Ahmed Mekke'de zuhur etti" diye bağırıyordu. Mekke'ye geldik ve sizin peygamberliğinizi işittik."8

İkinci rivâyet ise; Hz. Ebu Bekir hepimizin bildiği gibi, Müslüman olduktan sonra etrafındaki dostlarını İslâm'a çağırıyordu. Bu çağrıdan bir gün Hz. Osman da nasibini aldı. Nihayet birlikte Hz. Muhammed (sav)'in yanına gitmeye karar verdikleri gün tevafuk-u İlâhî Resûl-ü Ekrem (sav), o gün Hz. Ebu Bekir'e ziyarete geliyor. Orada Allah Resulü, Hz. Osman'a "Allah'ın ihsan ettiği cennete rağbet et, ben sana ve bütün insanlara hidayet rehberi olarak gönderildim" diyor. Hz. Osman daha sonraları bu anı şöyle anlatıyor: "Hz. Peygamberin lisânından duyduğum sözler, o kadar saf ve sade, o kadar i'câzkâr bir tesire haiz idi ki kelime-i şehadet kendi kendine ağzımdan döküldü. Elimi Resûl-ü Ekrem'e vererek Müslüman oldum" 9

Üçüncü rivayeti ise kaynaklarımız Hz. Osman'ın ağzından şöyle anlatıyor: "Bir gün Hz. Peygamber bana: "Allah'tan başka ilah yoktur" deyince Allah inandırsın tüylerim diken diken oldu. Sonra Allah Resûlü: "Rızkınız ve va'dolunduğunuz şeyler semâdadır. Göğün ve yerin Rabbine yemin ederim ki, O sizin söylediğiniz gibi gerçekten haktır" âyetini okudu. Sonra kalktı gitti. Ben de arkasından çıktım. O'na yetiştim ve Müslüman oldum.10

Görüldüğü gibi 34 yaşına kadar cahiliyenin karanlıkları içinde bulunmasına rağmen, onun çirkinliklerinden hiçbir şey pak damenine bulaşmayan Hz. Osman'ın Müslüman olması hiç de zor olmamıştır. Zira O, fıtraten Müslümandır. 34 yıllık hayatı da bunun en büyük şahididir. Yani ticarî ahlâksızlar içine girmemesi, harama uçkur çözmemesi, yalana vize vermemesi, içki içmemesi... bunun göstergesidir.

6) ÇEŞİTLİ YÖNLERİYLE HZ. OSMAN

a) Hicreti

Mekke döneminde Müslüman olan hemen herkesin Müslümanlığı sancılı olmuştur. Bazı Müslümanlar yakınlarından, bazıları kabilelerinden, bazıları da toplumun bütününden maddî ve manevî boyutlarda reva görülen çok işkence ve zulümlerle karşılaşmış ve onlara katlanmak zorunda kalmışlardır. Toplumda nüfuzlu bir yere sahip olmasına rağmen Hz. Ebu Bekir gibi bir insan bile bundan vareste kalamamış, kendisini Mekke'yi terke zorlayacak derecede eziyet ve işkencelerle karşılaşmıştır. Fakat iftiharla kaydedelim ki Mekkeli müşriklerin bu zulmü, İnananların îmânlarım kemikleştirmeye yaramıştır.

İşte Hz. Osman da bu ilk dönemlerde amcası Hakem b, Ebi'l As'ın işkencesine maruz kalmıştır. O, Hz. Osman'ı bir direğe bağlamış ve "bu yeni dinden babalarının dinine dönmediğin müddetçe aç ve susuz olarak burada kalacaksın. Ve seni kat'iyen serbest bırakmayacağım" demiştir. Buna karşılık Hz. Osman'ın cevabı "Allah'a kasem olsun. Bu dinden ayrılmayacak ve babalarımın dinine dönmeyeceğim" şeklinde olmuştur. Nihayet dinine olan bağlılıktaki gücü ve kuvveti görünce amcası, onu serbest bırakmıştır.11

Fakat Hz. Osman'ın çilesi bununla bitmemiş belki yeni başlamıştır. Zira o, Efendimiz (sav/in beyânıyla Hz. Lut'dan sonra dini, îmânı ve diyaneti uğruna beldesini terk eden, hicret eden ilk insan olma şerefini de ihraz edecektir.12 Evet o, karısı Hz. Rukiyye ile birlikte, Mekkeli müşriklerin eziyet ve işkencelerinin dayanılmaz bir hal aldığı ortamda, Efendimiz (sav)'in izniyle Habeşistan'a hicret etmiştir.13

Burada "Neden Hz. Osman da, başkası değil?" kabilinden akla ister istemez bir soru gelmekte. İşte bu sorunun cevabı, Hz. Muhammed (sav) in etrafındaki insanların his ve ruh yapısını, kabiliyet ve istidatlarını bilip değerlendirmesi babında M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle anlatıyor: "Hz. Osman (ra), narin ve ince yapılıdır. O gün için Mekke'de estirilen sert havaya tahammülü cidden çok zordur. Hem Habeşistan'a gidenlere en güzel hamiliği yapabilecek Müslümanlar arasında, sadece o vardır. Onun için Allah Resûlü, Hz. Osman'ı bu işle vazifelendirmiş ve onu Habeşistan'a göndermiştir." 14

Hz. Osman, Habeşistan'da bir müddet kalmış, Mekkeli müşriklerin Müslüman oldukları şayiasından sonra Mekke'ye geri dönmüştür. Fakat bu haberin aslı yoktur. Bunu Mekke'de bizzat müşâhede eden Hz. Osman, fazla vakit kaybetmeden Medine'ye hicret eder. Orada Hassan b. Sabit'in kardeşi Evs b. Sabit'in yanına iner, onun evinde misafir kalır.15 Zaten Allah Resûlü (sav) daha sonraları gerçekleştirdiği "muâhât" kardeşleştirme hâdisesinde (Hâdisenin teferruatı için bkz. Yeni Ümit, sy. 20, sh. 28-31)

Hz. Osman ile Evs b. Sabit'i kardeş ilan eder.16

b) Cömertliği

Çeşitli yönleriyle Hz. Osman'ı anlatırken hicretine öncelik verdik. Zira hicret maddî ve manevî alanda birçok fedakârlığın yapıldığı, çok ulvî bir ameldir. Kur'an pek çok âyetinde îmân etme ile hicret etmeyi aynı çizgi üzerinde zikreder. Allah Resûlüne peygamberliğinden sonra "muhacir" denilmesi, Medine'ye göç eden Mekkeli Müslümanlara "muhacirun" sıfatının Kur'ân'da zikredilmesi, meselenin önemini kavrama adına yeterli ipuçlarıdır zannediyorum. Bununla beraber, Hz. Osman denildiğinde onun akla ilk gelen özelliği ya da özelliklerinden biri cömertliğidir. İnanmış olduğu dava uğrunda sahip olduğu bütün mal varlığını harcama anlamında bir cömertlik, Hz. Osman'ın en bariz vasfıdır. İsterseniz meseleye bir-iki misal ile ışık tutalım:

Tebük Savaşı Müslümanlığın dönüm noktalarından biridir. Dönemin süper gücü olan Bizans, Müslümanların varlığından ve onların gün geçtikçe büyümelerinden olabildiğine rahatsızdır. Bu sebeple Bizans'ın büyük bir ordu hazırlayıp Medine'ye gelmekte olduğu şayiası yayılır. Efendimiz (sav) bu şayia karşısında, Bizans seferini açıktan açığa ilân eder ve Müslümanlardan ordunun techiz edilmesi için yardımda bulunmalarını ister. Bu çağrı karşısında inananların hiçbiri müstağni davranmaz. Daha doğrusu davranamaz. Çünkü hakikî îmânı elde etmiş bir insanın böylesi zor ve sıkışık dönemde evim, işim, eşim, aşım demesi düşünülemez. Nitekim, hemen herkes, hatta maddî imkâna sahip olmayan insanlar bile, gece-gündüz çalışmışlar, ihtiyaçlardan arta kalanı Kur'ân'ın "ceyşu'l-usre" adını verdiği Bizans'a savaşa hazırlanan ordunun techizâtı adına yardımda bulunmuşlardı. Mesela, Asım b. Adiy, kendi ifadesiyle "bu gece bir zatın hurmalığını sulamak için sabaha kadar gündelikçi olarak çalıştım, karşılığında iki sa' hurma kazandım. Birini evime alıkoydum, birini de Rabbim için getirdim"17 diyor. Abdurrahman b. Avf da sekiz bin dirhem parasının yarısını evine bırakıyor, yansını orduya techiz için veriyor. Allah Resûlü de onun bu cömertliğine "Allah verdiğini de senin için mübârek kılsın, evde alıkoyduğunu da" duasıyla mukabelede bulunur. Münafıklar ise hem Abdurrahman b. Avf, hem de Asım b. Adiy'in fedakârlıkları için "Sadakalarını başka değil sırf gösteriş ve isim yapmak için getirdiler. Ebu Ukayl'in getirdiği bir sa' hurmaya da Allah ve Resulü muhtaç değildi, lakin o da kendisine sırf sadaka veriyor desinler diye getirdi" şeklinde değerlendirip dedikodu yapmışlardı.18 Bunun üzerine "Sadakalar hususunda, mü'minlerden gönüllü verenleri ve güçlen yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip, onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar İçin elem verici azap vardır," (Tevbe, 9/79) âyeti nazil olur.

Görüldüğü gibi zengini ile fakiri ile aynı duygu, aynı düşünce ve aynı inancın temsilcileri olan mü'minler, bunları davranışlarına da hep aynı çizgide yansıtıyorlardı. İşte böylesi bir ortamda Hz. Osman'ın Allah Resûlü'nün çağrısına icâbet etmemesi kat'iyen düşünülemez. O, bu sırada Şam'a göndermek için hazırlattığı 300 deveyi üzerlerindeki mallarla beraber Allah Resûlüne teslim etmenin yanı sıra, bunlara elli at ve bin altın nakit daha ilâve eder. Aradan 14 asır geçmiş olmasına rağmen halen daha çoklarımızın gözlerini yaşartan bu fedakârlık tablosu karşısında, Nebiler Serveri, bir rivâyette "Allahım, ben Osman'dan razıyım, sen de ondan razı ol" 19, bir diğer rivayette ise ''bu amelinden sonra Osman'a hiçbir şey zarar veremez"20 buyururlar.

Ayrıca Hz. Osman'ın belki de İslâm tarihi içinde ilk olma şerefini kazandığı ayrı bir cömertliği vardır ki, o da Medine'ye hicretten sonra Rume kuyusunu satın alıp, Müslümanların istifadesine sunmasıdır.21 Böylece ilk "sebil" anlayışı ve uygulamasının öncüsüdür. Şarihlerin ifade buyurduğuna göre bir Yahudiye ait olan bu kuyunun ağzına, Yahudi kilit vurmuş, susuzluk içinde kıvranan mü'minlere su vermemiştir. Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) de: "Rume kuyusunu kim satın alır da Müslümanlara karşılıksız hediye ederse, onun için cennet va'dedilmiştir" buyurur.22 Ve yukarıda kaydettiğimiz gibi Hz, Osman, bu kuyuyu satın alarak, Müslümanlara hibe eder.

Tabiî ki Hz. Osman'ın şehid edilinceye kadar süren upuzun hayatında, cömertliği bu iki misal ile sınırlı değildir. Fakat bir makale çerçevesi içinde bu misallerle iktifa edeceğiz. Yalnız belki bugün bile çoklarımızın güç yetiremeyeceği bir fedakârlık anlayışının temsilcisi olan Hz. Osman'ın, bütün bu yaptıklarını bir hiç görmesi, başkasının cüz'î cömertliğini, kendinin küllî cömertliğine tercih etmesi, herhalde hepsinden daha önemlidir. Zira riya, şöhret vs. düşüncelerle yapılan fedakârlıkların ne dünyada, ne de ukbâda insana birşey kazandırmayacağı ortadadır. İşte dış fethinin yanı sıra, iç fethini tam yapmış, yapabilmiş ve bu özelliği ile rehber olan Hz. Osman'ın başından geçen şu olayı dikkatle okumak yeter zannediyorum. Hasan Basrî anlatıyor: "Bir adam Hz. Osman'a gelerek "Bütün hayrı siz mal sahipleri yapıyorsunuz. Sadaka veriyor, esirleri hürriyetlerine kavuşturuyor, hacca gidiyor ve infak ediyorsunuz." Bunun üzerine Hz. Osman "Siz de gıpta ediyorsunuz değil mi?" diye sordu. O şahsın "evet" cevabı karşısında Hz. Osman: "Allah'a yemin olsun ki, hiçbir şeyi olmayıp, çalışarak infâk edenin bir dirhemi, zengin olup da infâk edenin onbin dirheminden daha hayırlıdır. Çünkü o zengin, çoğun içinden azını infak ediyor demiştir."23

İşte yaptıkları karşısında gurura düşmeyen, nefsini mağlup etmiş bir ruh insan portresi..

c) Hayası

Efendimiz (sav)'in "Ashabım arasında bana en çok benzeyendir"24 dediği Hz. Osman, zaman zaman kabrin başına gelip "eğer bu çukurdan kurtulursan, onun ardındaki felaketlerden de kurtulursun, aksi takdirde kurtulacağını hiç zannetmem" 25 deyip muhasebe ve murakabeye dalar ve "her gün gece ve gündüz en sevdiğim şey Kur'ân okumaktır. Eğer kalpleriniz temiz olsaydı, Allah'ın kelâmını okumaya doymazdınız"26 diyerek mahiyetini idrâk edemediğimiz bir eksikliğe dikkat çekerdi. Evet Ahmed b. Hanbel'in Hasan-ı Basri'den rivayet ettiğine göre, kapalı kapılar ardında bile elbiselerini çıkarmaktan çekinen ve belini doğrultmasına mani olan hayası27 gerçekten dillere destan idi. İşte delili.. Hz. Aişe (r.anha) validemiz anlatıyor:

"Resulullah (sav) dizi açık bir şekilde oturuyordu. Ebu Bekir (ra) (içeri girmek için) izin istedi. (Resûlullah) ona izin verdi. Yine halini değiştirmedi. Sonra Ömer (ra) izin istedi. (Resûlullah) ona da izin verdi. Yine halini değiştirmedi. Sonra Osman (ra) izin istedi. Resûlullah dizinin üzerine elbisesini sarkıttı. Onlar kalktıklarında ben dedim ki: "Ya Resûlallah! Ebu Bekir ve Ömer senden izin istedi, sen aynı haldeyken o ikisine izin verdin. Osman izin istediğinde ise, elbiseni üzerine sarkıttın (dizini gizledin, örttün)."

Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: "Ya Aişe, vallahi meleklerin kendisinden utandığı bir adamdan utanmayayım mı?" 28

M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yorumları içinde haya: ''Çekingenlik ve utanmanın yanı sıra, Allah korkusu, Allah mehafeti ve Allah mehabetiyle O'nun istemediği şeylerden çekinmek mânâsına gelir. Böyle bir hissin, insan tabiatında bulunan haya duygusuna dayanması, şahsî edep ve saygı mevzuunda insanı daha temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi bulunmayan veya yetiştiği çevre itibariyle onu yitiren şahıslarda haya duygusunu geliştirmek çok zor olsa gerek" denilerek tanımlamasının yapıldığı hayayı, ikiye ayırmak mümkündür.

1) Fıtrî haya ki, buna haya-i nefsî de diyebiliriz; insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten alıkor.

2) "Îmândan gelen hayadır ve İslâm dininin Önemli bir derinliğini teşkil eder" buyurularak taksiminin yapıldığı, "îmân yetmiş şu kadar şubeden ibarettir, haya da îmândan bir şubedir", "hayasız olduktan sonra istediğini yap", "Ya İsa! Evvela nefsine nasihatta bulun, o bu nasihati kabul ederse halka va'z et; yoksa Benden utan!", "Allah'a karşı olabildiğince hayalı davranın! Allah'a karşı gerektiği ölçüde hayalı olan, kafasını ve kafasının içindekilerini, midesini ve midesindekilerini kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dür etmesin! Ahireti dileyen dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır.. İşte kim böyle davranırsa, o Allah'tan hakkıyla haya etmiş sayılır"29 hadis ve kudsî hadîsleri ile fikrî temelleri, ahirette ve dünyada kazandırdıkları belirtilen haya, Hz. Osman tarafından zirve noktalarda temsil ediliyordu. İşte melekler Hz. Osman'ın bu anlamdaki hayasına meftun oluyor ve -onlara göre haya ne mânâ ifade ediyorsa ondan haya ediyorlardı.

Tevâzu ve zühdünden itibaren gelecek sayımızda devam edelim.
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
Geri
Üst